Bu aralar tekrar ikinci bir dip tehlikesi çok fazla telaffuz edilmeye başlandı. Kriz dinamiklerini doğru anlamak ve önümüzü biraz olsun görebilmek için biraz geçmişe bakmakta fayda var. İşte size son 60 yılın (bize göre) kısa bir kriz tarihçesi:
1950 – 1970 devletten devlete yardım ve borç dönemi
II. Dünya savaşı, Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombaları ve peşi sıra uygulanan küresel Keynesyen politikalar...
1950’li yıllar... Savaş sonrası toparlanma dönemi.
1960’lı yıllar... Çok hızlı bir büyümenin yaşandığı bir 10 yıl.
Herkes çok mutluydu ve gençler Elvis, Beatles ve Bob Dylan dinliyordu.
Sonrasında, küçültmek için yılların geçmesi gereken devlet, işte tam da o zamanlarda hızla büyüyor ve adına “Refah Devleti” deniyordu.
Refah Devleti pratiği ortaya “çiçek çocuklarını” çıkarmıştı.
O zamanlar borca sıkışan devletler sadece zengin devletlerin kapısını çalabiliyordu. Çünkü başka bir seçenek (neredeyse) yoktu.
Bu dönemin bir başka belirgin özelliği ise Üçüncü Dünya’da çok fazla darbenin olmasıydı.
1970 – 1980 uluslararası kurumlardan devlete borç dönemi
1970’lerde yaşanan iki petrol krizi nedeniyle gelişmiş ülkeler, artık fakir ve gelişmekte olan ülkelere borç vermekten kaçınmaya başladılar. Hızlı büyüme ile artan petrol talebi ve bunun doğal sonucu olarak artan fiyatlar, petrol ithalatçısı ülkelerin ödemeler dengesi problemleri yaşamalarına yol açıyordu. Çünkü petrole bağımlı kapalı ekonomiler ihracat yapamıyor ve fiyatlardaki ani yükselişler nedeniyle, döviz cinsinden nakit dengesini sağlayamama problemi yaşıyor ve uluslararası ödemeler sistemini zora sokuyordu.
Çözüm olsun diye Bretton Woods kuruldu. IMF ve Dünya Bankası’na uluslararası ödemeler sistemini gözetme ve bu tür krizleri önleme görevi verildi. Bu iki kurum (neredeyse) yegane borçlanma mercii oldu ve borç almak isteyenlerin uyması gereken yeni kuralları dizayn ettiler ve yeni gözetim mekanizmaları kurdular.
Yeni dönemde artık devletler bibirine borç vermiyor; sıkışan devletler bu amaçla kurulan yeni uluslararası kurumlardan borç istiyorlardı. Böylece de büyük devletler başka devletlerin riskini almaktan kaçınmış oluyorlardı. Refah Devleti pratiği siyasetçiye kaynak olmasa da harcama yapma imkanı vermişti. Doğal olarak bu dönemde de darbeler oluyordu. Daha da kötüsü dünya, maalesef daha bir acımasız hale gelmişti.
Herkes artık Pink Floyd, Genesis, Jethro Tull ve Led Zeppelin dinliyordu.
1980 – 1998 özel sektörden devlete borç dönemi
Bu dönemde uluslararası sermaye hareketleri üzerindeki tüm engeller kaldırıldı. Borç isteyen ve döviz cinsinden nakit dengesi bozulan ülkelere artık, “döviz bulmak istiyorsan kendin kazan”, dendi. Mal hareketlerinin serbest dolaşımını engelleyen tarife ve tarife dışı engellerin hemen tamamı kaldırıldı. Dünya Ticaret Örgütü kuruldu. Ulaşım ve iletişim araçları hızla gelişti. İnternet ve cep telefonu icat oldu. Herkes küreselleşmeyi pek sevdi.
Bu dönemde çiçek çocuklarının naifliği ve rock ruhu bitmişti artık. Yabancıları ve yoksuları sevmeyen, dövmeli, metal aksesuarlı ve siyah giysili gençler Iron Maiden, Depeche Mode, Duran Duran, Queen falan dinliyordu.
Cari açık problemi devam eden ve bu kez bütçeleri daha fazla çok açık veren, bu nedenle de sürekli (içeriden) borçlanan ülkeler kriz yaşamaya devam etti. Kredibilite problemi yaşayan birçok ülke kur, faiz ve borsa üçgenine hapsoluyordu. Düşük kurla yüksek faiz, istikrarsız siyasi yapılara ve sürdürülemez ikiz açıklara, akabinde kurların hızla yükselmesine (crowding – out) ve reel sektörün sürekli tökezlemesine yol açıyordu.
Bu dönemde IMF ve Dünya Bankası’nın misyonu değişti ve görevleri arttı. Borçlu ülkeler, uluslararası ödemeler sistemini bozmasın diye bu ülkelerde istikrar ve yapısal uyum politikaları uygulanmaya başladı. Devletin iyice küçültülmesi ve yaygın özelleştirmeler hep bu dönemde yaşandı. Temel amaç, bütçe açıklarını kontrol etmek ve siyasetçinin kaynağı sürdürülemez olan paralarla “siyasi sefa” sürmesine (ki buna popilizm dendi) engel olmaktı.
Bu dönemde devletler çıkardıkları borçlanma senetlerini mali aktörlere, hatta halkın bizatihi kendisine doğrudan veya para ve sermaye piyasaları aracılığıyla satabiliyordu. Artık büyük devletler küçük devletleri finanse etmiyordu. Piyasalar siyasetçileri terbiye eder olmuştu. Büyük devletler bu dönemde demokrasiye çok önem verdiler. Hiçbir yerde otoriter rejime iltifat edilmiyordu. Darbeler yok denecek kadar azalmıştı. Ancak yine de krizler yaşanıyordu. 1997 yılında Tayland’da başlayan ve Uzak Asya’yı etkisi altında alan kriz, ertesi yıl Rusya ve Latin Amerika’ya da sirayet etmişti.
1998 – 2008 özel sektörden özel sektöre borç dönemi
1950 – 1998 arası dönemlerdeki krizlerin müsebbibi hep fazla borçlanan devletlerdi. Yeni dönemde crowding – out olmasın diye devletler daha az borçlansın istendi. İstikrar ve yapısal uyum politkaları, en iyi uygulamalarla beslendi. Yönetim erki, mümkün olduğunca klasik devlet organlarını ikame eden özerk kurullara bırakılmaya başlandı. Oluşum sürecine dahil olurlarsa, mutabık kalınan ulsulararası kurallara daha fazla riayet ederler diye G8 genişletilerek, önceki krizlerin kaynağı olarak görülen 11 yükselen piyasa ekonomisinin katılımıyla G20 kuruldu.
Standartlar ve kodlar tespit edildi; IMF ve Dünya Bankası’nda borç alan ülkelerin bunlara uyması istendi.
Artık Refah Devleti dönemi tamamen kapanmıştı. Herkes Eminem, Britney Spears, Spice Girls, Beyonce falan dinliyordu.
Adına sıcak para da denilen “portföy amaçlı kısa vadeli küresel sermaye” kelebek gibi yerküre üzerinde dolaşıyor, makro temellerden ve değişkenlerden bağımsız hareket eden yeni bir piyasa dinamiğine yol açıyordu. Talebin kaynağı ihtiyaç olmaktan çıkmış, ona ihtiyacı olanın ödeyeceği bedeli yükselten bir fırsatçılığa dönüşmüştü. Artık darbeye de gerek kaşmamıştı. 2008 yılında patlak veren kriz işte bu dinamiğin ürünüydü. Ancak bu kez kriz dünyanın en büyük ve en gelişmiş ülkesinde çıktı ve oradan gelişmiş ülkelerin hemen tamamına yayıldı.
Sonrasında uygulanan politikalar, düşük faiz ve değersiz dolar nedeniyle, G20’yi oluşturan 11 yeni ülkenin hiçbirisi bu krizde çok ciddi bir kredibilite kaybı yaşamadı. Başta işsizlik olmak üzere diğer tüm göstergeler alenen şaşmasına rağmen, klasik kriz göstergesi olan döviz kurlarının “overshoot” etmesi yaşanmadı, konjonktür nedeniyle faizler (çok) yükselmedi ve enflasyon artmadı… Ve biz işte sırf bu nedenle yaşadığımız acı tecrübeye kriz demedik.
Bu arada krizden en fazla etkilenen gelişmiş ülkeler, bu 11 ülkeye son 40 yılda yapmamalarını salık verdikleri herşeyi kendileri yaparak krizden çıkmaya çalıştı. Tekrar Keynesyen politikalar uygulanmaya başlandı ve özel sektör borçlarını devletler üstlendi. Sonunda devletlerin bütçe açıkları ve kamu borçları devasa boyutlara ulaştı. Ve nihayet yerküre yeniden 1980 – 1998 dönemine benzer bir döneme rücu etmiş oldu.
Geldik yazımızın sonuna…
Önce size bir ipucu: Yüksek borç stokunu normal yollarla kapatmak maalesef tüm devletlere kısmet olamayacak.
Sonra da bir soru: Peki bu kez krizin aktörü kim olacak ?