26 Ekim 2024

Keşke savunabilseydiniz!

Bu ülkenin insanları, gençleri, çocukları, bebekleri, kadınları öldürülüyor; her gün acı, her gün trajedi. Bir gün neyi nasıl savunacaksınız acaba!

“Teröristler” Savunma Sanayii’nin kalbi olan TUSAŞ’a taksiyle (ve ekmeği peşindeki taksiciyi katlederek) gelip turnikelere varıp bombayı patlatıp otomatik silahlarını çekip dört kişiyi öldürdükten hemen sonra…

Milli Savunma Bakanı, emekli Orgeneral Yaşar Güler “yüreğimize su serpen” bir açıklama yaptı: “Bu PKK’lı şerefsizlere hak ettikleri cezayı her seferinde veriyoruz, akıllanmıyorlar. Her zaman söylediğimi tekrar ediyorum. En son terörist ortadan kalkıncaya kadar peşlerini bırakmayacağız.”

Böylece, diğer “şehitler’in yanında belki de en çok, evlilik yıldönümü çiçeğini almak için nizamiyeye indiği sırada, katillerce vurulan Zahide Güçlü’nün ruhu rahatlamıştır! Rahatlamış mıdır? Mümkün mü? Siz onu savunamadınız!

Keşke Savunma Sanayii’nin kalbini, Zahide Hanım’ı ve diğerlerini de koruyabilseniz, savunabilseydiniz Sayın Milli Savunma Bakanı. Bebekleri hastanede, Narin’i hanesinde, Adana’da aynı günde beşi katledilen kadınları evlerinde, sokakta; işçileri işyerlerinde koruyamayan, savunamayan düzeniniz bari “Savunma”yı savunabilseydi!

Birazcık şüphe

Hem insanın bir şüphe duyması için Milli Savunma Bakanı, MİT Müsteşarı filan olması da gerekmez. Bir şüpheniz oldu mu? Mesela Bahçeli’nin “Devlet” olarak söylediği “Öcalan Meclis’te de konuşabilir” sözünün hemen ardından “şerefsizler”in saldırmasından?

Ne bileyim, biz alıştık şüphelenmeye. Bir zamanların açılım denemeleri nasıl bitmişti? Bu iktidardan epey önce, 1993’te Bingöl’de sevk halindeki 33 silahsız askerin katledilmesiyle öldürülmüş, aynı yıl “demokratikleşme” yanlısı generallerin, siyasilerin “biraz tuhaf” şekilde öldürülmesi ve ölmesiyle de tersine tarih yazılmıştı. Mesela bu iktidarın açılım dönemi, dört polisin “şehit” edilmesiyle bitmemiş miydi? Ya da Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” sözüyle iktidarın ilk kez çoğunluk kaybettiği 2015 haziran seçimleriyle tekrar çoğunluk kazandığı yenilenen seçim arası; Ankara Garı, Suruç katliamları nasıl olup da canlı bombalarla bu ülkenin damarlarını havaya uçurmuştu?

Hadi bunlardan şüphelenmiyorsunuz, hafızanızı yoklasanız: Bir zamanlar, “siber-elektronik saldırı yapan ihanet şebekeleri “yüzünden, sizin de bulunduğunuz ortamda birisi “Gerekirse Suriye’ye 4 adam gönderir, Türkiye’ye 8 füze attırır, savaş gerekçesi yaratırım. Süleyman Şah türbesine de saldırtırız” demiş miydi gerçekten? Peki siz de “Yani bu silahlı kuvvetler her dönemde size lazım bir tool” mu demiştiniz? “Tool” araç mı demek; kullanılan ve bazen kullanılıp atılan cinsten mi?

Gerçi Süleyman Şah Türbesi’ne hakikaten saldırı öncesinde, İşid yaklaşırken oraya; iktidar, Genelkurmay, Milli Savunma, sizler yani, alelacele bir askeri operasyonla türbeyi boşalttınız. Türk toprağı sayılan türbeyi savunmadınız. Peki yol boyu size kim eskortluk etti? Türbeyi taşıyıp kimlere emanet ettiniz? O günlerde foto-film görevlisiyken, çekim yapmak için mihver vb. bile kullanamayan ve tank namlusu çarpınca “şehit” olan astsubayın dosyasından bunları yazmıştım: Bugün bombalanan Kuzey Suriye Kürtleri, değil miydi?

Birazcık insaf

Tamam “teröristler akıllanmıyor”, biz zaten aptallaşmışız; peki onca aklınızla neden “Hastanede bebek ölümleri” ve derken “TUSAŞ saldırısı” için verilen Meclis önergelerini anında reddediyorsunuz? Astsubay intiharları, işçi ölümleri, kadınların katledilmesine dair ne önerge varsa, hepsini de reddettiniz. Aklınızı esirgemeseniz Meclis’ten!

Timur Soykan’ın haberiyle öğreniyoruz ki, bir İşid teröristi sinagoglara saldırı hazırlığında yakalanmış. Yakalanması çok iyi. Ama meğerse Kızılay’dan engelli maaşı da alıyormuş “zavallı terörist!” Hani 50 bin vatandaş depremde ölürken, onca acı ve sefalet çökmüşken, herkes evladını, yakınını ararken çadırları satan Kızılaymazlık! Nasıl olmuş, merak etmiyor musunuz? Son saldırıyı yapan katillerin nasıl olup da oraya kadar ulaşabildiği, nasıl canlı yayın yapılabildiğine dair bir merak ve şüphe gibi!

İktidarınız “yabancı devlet çıkarları ve talimatlarıyla suç işleyen etki ajanları”na karşı kanun hazırladı. Ne bileyim mesela NATO denen ABD üslerinden Irak’ta çoluk çocuk da bombalamak için kalkmış olan uçaklar bunun kapsamına girer miydi? Hiç sorguluyor musunuz?

Birazcık utanç

En çok sorgulamanız gereken ise 15 Temmuz darbesi. Değil mi? Önceki Milli Savunma Bakanı, o günkü Genelkurmay Başkanı’nın emir subayı Genelkurmay’ın kalbinde “Fetöcülük” yapmış. Bir AKP milletvekilinin son sıradan general yapılmış “Fetöcü” kardeşine Genelkurmay’da özel “stratejik” birim tesis ve tahsis edilmiş; sizin emir subayınız, hani sizi “derdest” eden binbaşı da dinleme cihazları yerleştirmiş. Nasıl oldu da savunamadınız orayı bile? Nasıl oldu da teslim olup derdest edildiniz? Sizin gibi teslim olmayıp direnerek “şehit” olan astsubayı, tamam, “kahraman” yaptınız da siz neden “kahraman” olmadınız? İşid teröristi kovalarken ellerine esir düşen bir başka astsubayı “Direnmeyerek TSK ve TC’nin itibarını zedelemekten” ordudan atan sizler değil miydiniz oysa? Bakın darbeye direnen, uçakları, helikopterleri, tankları çalıştırmayan astsubayların emeklileri Ankara’ya yürüdü; size tutmadığınız palavra vaatlerinizi hatırlatarak. Ne düşündünüz acaba? Siz maşallah bakan; onlar alçak süründürülenler, değil mi?

Belki kendinize sadece bu “darbe girişimi” için değil, 1971, 1980 askeri darbeleri, 28 Şubat müdahalesi, 27 Nisan muhtırası için de sorular sorarsınız: “Ben o darbede ne yapıyordum baba?” diye. Öyle ya, kademe kademe, “darbe kuvvetleri”nin bir üyesi, subayı, paşası olmak ama “darbe karşıtı” milli savunmasıyla Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanı makamına oturmak varmış. O darbelerde de insanlar öldürüldü, haklar ve özgürlükler gasp edildi, iktidarlar devrildi. Yalan mı!

Ülkeyi savunma kararlılığınızı yargılamam belki zor ama milleti, halkı, insanları savunamadığınız çok açık. Fakat ne diyeyim: Genelkurmay ikinci başkanıyken “çok bağlı göründüğünüz Cumhuriyet ve Mustafa Kemal mirası”nı bile savunamamışsınız. Kendinizi bile savunamamışsınız Paşam!

Bu ülkenin insanları, gençleri, çocukları, bebekleri, kadınları öldürülüyor; her gün acı, her gün trajedi. Bir gün neyi nasıl savunacaksınız acaba!

Umur Talu kimdir?

Umur Talu, ilk, orta, liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi'den mezun oldu.

Üniversite döneminde Demiryolu İşçileri Sendikası ve Marmara Boğazları Belediyeler Birliği'nde çalıştı. Günaydın gazetesinde başladığı gazeteciliği, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, tekrar Milliyet, Star, Sabah, Habertürk'te sürdürdü. Muhabirlik, ekonomi servisi yönetmenliği, yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, kısa süre Paris temsilciliği yaptı.

Medyakronik başta olmak üzere, çok sayıda web sitesi ile dergide makaleleri yer aldı.

Birkaç dönem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu'na seçildi, başkan yardımcılığında bulundu.

İstanbul Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi İletişim fakültelerinde ders verdi.

Türkiye medyasında ilk "ombudsman"lik kurumunun kurulmasını gerçekleştirdi. 1998'de Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ni hazırladı.

Çalışmaları Türkiye Basın Özgürlüğü Ödülü, iki kez Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Köşe Yazısı ÖdülüÇağdaş Gazeteciler Derneği Ödülü başta olmak üzere, çeşitli mesleki ödüllere değer görüldü. Aynı yıl, üç farklı gazetecilik örgütünden köşe yazarı ödülü aldı.

Bodrum: Yüzyıllık Yolculuk, Kadınımızın Hatıra Defteri gibi belgesellerde metin yazarlığını yaptı.

Sosyal Demokrasi, Fransa Bölümü (Turhan) Uçuran Bey Postanesi (Milliyet), Dipsiz Medya (İletişim), Bedelli Gazetecilik (Everest) , Senin Adın Corona Olsun (Literatür) kitapları yayımlandı. Keynes'in (O. E. Moggridge, Afa Yay.) çevirisini yaptı. 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Fotoğrafı var canım bebekler!

Savcılar, hakimler, yani iktidar kuklası olmayanlar cesaretlenecek, muhalefet aklını başına alacak, gazeteci gazeteci olacak, halk görecek, anlayacak, kendi hayatını da rehin almış bu vahşiliğe itiraz edecek… Fotoğraftan atacak!

Cehennemde umut ve mücadele!

Kurutulan ülke, bebeklerin, çocukların, gençlerin kanıyla, canıyla, hayal kırıklıklarıyla, gözyaşlarıyla sulanıyordu; yine de işte iki kelime de inatla orada duruyor, aklımıza ve kalbimize bir daha yazılıyordu: Umut ve mücadele!

1 büyüktür 193'ten!

Şımarıklık, küstahlık, vurdumduymazlık, başkalarına hayat tanımayan kibir ve ırkçılığa uzanan “nefret ve şiddet” boşuna palazlanmıyor!

"
"