Sonra ne oldu acaba?
Arşivler öyle huzursuz ki, bir vesileyle kendini ortaya atıyor. Büyük depremin yıldönümünde de “Kurum” kurum bir video daha “Buradayım, silinmedim, unutmayın” dedi. Video çekildiğinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olan Bakan Murat Kurum çarşı pazar turunda; karşısına bir “Antakyalı depremzede” çıkıyor.
İzleyelim:
Vatandaş: Antakya’da ben anne babamı kaybettim. Tüm malımı mülkümü kaybettim. Rezerv alan ve riskli alan ilan ettiğiniz alanda, sizin Çevre ve Şehircilik Bakanı olarak ilan ettiğiniz alanda her şeyimi kaybettim.
Kurum: (Şaşkın bakışlar)
Vatandaş: 50 milyon dolarımı kaybettim.
Kurum: (Kafa sallıyor, belki meblağ büyük olduğu için)
Vatandaş: Devlet el koydu. Hiçbir şekilde şu an ne kira veriyorsunuz ne bir şey yapıyorsunuz. Beni hayata mahkûm ettiniz.
Kurum: Öyle olmaz.
Vatandaş: Öyle oldu ama. 5 kuruş alamıyorum.
Kurum: Hayır şey…
Vatandaş: Babamdan kalan yer üzerine 404 tane dükkân yapıldı. Bir tane dükkân vermediniz bana. Vali bana diyor ki ‘Babanın malından mı istiyorsun.’ Evet, babamın malından istiyorum.
Kurum: Bakalım yani, böyle olmaması gerekir.
Vatandaş: Yıkılmayan yerlerim yıkıldı.
Kurum: Bakalım. İlgili ilgili ilgili arkadaşlarımla görüşeyim.
Vatandaş: Ben AK Parti’de üyeyim. Bana bu yapıldıktan sonra başka vatandaşa neler yapılmaz.
Şimdi burada, yani orada, o esnada elbette “ana baba kaybı” mühim, elbette “mal mülk kaybı” da; binlerce ailenin başına gelen kayıplar ve sefalet, on binlerce insanın başındaki gibi yokluk, yoksunluk, yoksulluk kokmasa da.
Ama şu da mühim: Bir “AK Parti üyesi” kendi başına sarsıcı bir şey geldiğinde “Ben partiye üyeyim. Bana bu yapıldıktan sonra başka vatandaşa…” diyor, diyebiliyor, çünkü biliyor… Ve deprem sırasında sorumlu Bakan, o sırada Belediye Başkan Adayı, şimdi yine aynı koltukta, üstelik bu kez “İklim”i de kucaklayarak oturan Bakan bu söze bir şey diyemiyor. Yani diyemiyor ki, “Olur mu hiç öyle ayrımcılık. Herkes eşittir. İyi şeylerde de kötü zamanlarda da” filan diyemiyor. Aklına bile gelmiyor ki dilinin ucuna kadar gelsin hiç olmazsa!
Çamur içindeki yolları, depremin yıldönümünde bakanlar geliyor diye hızla yapılmış mı Antakya’nın? Kurum kurum kurulurken koltuklara “Ben AK Partiliyim. Bana bu yapıldıktan sonra başka vatandaşlara…” diye yakınmayı normal, doğal, olağan karşılayabiliyor mu bir bakan? Aynı Bakan övünmüş mü “9 milyon kişi imar affından yararlandı” diye ve en az 50 bin can alan deprem enkazının büyük kısmı bu “lafın affı”nın çürük betonları, çakma demirleri, kesilen kolonları mı?
Hakkını yemeyeyim: Videodaki Kurum, şaşkın, belki üzgün bile ama öncelikle şaşkın ve “Olmaz öyle şey” derken “AK Partili olduğu halde başa gelen” kısmına “Olmaz öyle şey” demese bile kaba değil. Bir başkasını düşünün bu durumda. Bir tahayyül edin kim bilir neler derdi? “Ananı da al git” demezdi çünkü rahmetli ana depremde ölmüş. Belki en mütevazısından “Hakkını helal et” derdi!
Bu böyle bir düzen: Öldürürken, ister doğal denen ama sonucu doğal olmayan bir felaketle, ister “yangın” denilen ama sorumsuzluk alevlerinden müteşekkil bir faciada, ister çocuk çocuk ve kadın kadın katlederken genellikle kimlik sormuyor. Genellikle tabii; bazen bizzat kimliğinden, kişiliğinden ötürü ölüyorsun zaten! Fakat bizzat “parti üyesi, iktidar mensubu” iken canı ve malı yandığı için “uyanan, uyaran” bir vatandaş aynayı yüzlerine tutuveriyor: “AK Parti üyesi olduğum halde… bana bu yapıldıktan sonra… başka vatandaşa neler…”
O zaman anlıyoruz ki “felaket” denenler aslında bir başka siyasal, sosyal felaketin de ürünü: İmar affıyla göz yumulan kitlesel ölüm tuzakları, Turizmden sorumlu bakanın bir de kendi turizm şirketiyle öve öve pazarladığı “Katliam oteli” ya da “İstanbul Sözleşmesi’nin iptali” ile gaz verilen kadın katliamı, işyerlerinde işçi katliamı.
Anlıyoruz ki, kayırmanın, ayırmanın şahikası her köşeye ölüm ölüm sinmiş ve bir “AK Parti üyesi” de “kayırma”nın kendisini kollamadığı bir “gasp düzeni”nde “başka vatandaşlara neler yapılmaz”ın idrakinde!
Sonra ne oldu, “olmaz öyle şey”ler ve “bakalım”lar ile “ilgili ilgili ilgili”lerden bir ya da daha fazla dükkan çıktı mı, bilmiyoruz. Ama önemli olan ayna: “Ben AK Parti üyesi olduğum halde” ile onun karşısında tutulan dil!
O yüzden “arşiv” de “ayna” da mühim işte. Kendileri kendilerini göremiyorsa, arşiv, haber, eleştiri, cesaret, yüzleşme ve yüzleştirme o aynayı tutmalı, tutmalı, tutmalı; ilgililere ilgililere ilgililere!
Umur Talu kimdir?
Umur Talu, ilk, orta, liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi'den mezun oldu.
Üniversite döneminde Demiryolu İşçileri Sendikası ve Marmara Boğazları Belediyeler Birliği'nde çalıştı. Günaydın gazetesinde başladığı gazeteciliği, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, tekrar Milliyet, Star, Sabah, Habertürk'te sürdürdü. Muhabirlik, ekonomi servisi yönetmenliği, yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, kısa süre Paris temsilciliği yaptı.
Medyakronik başta olmak üzere, çok sayıda web sitesi ile dergide makaleleri yer aldı.
Birkaç dönem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu'na seçildi, başkan yardımcılığında bulundu.
İstanbul Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi İletişim fakültelerinde ders verdi.
Türkiye medyasında ilk "ombudsman"lik kurumunun kurulmasını gerçekleştirdi. 1998'de Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ni hazırladı.
Çalışmaları Türkiye Basın Özgürlüğü Ödülü, iki kez Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Köşe Yazısı Ödülü, Çağdaş Gazeteciler Derneği Ödülü başta olmak üzere, çeşitli mesleki ödüllere değer görüldü. Aynı yıl, üç farklı gazetecilik örgütünden köşe yazarı ödülü aldı.
Bodrum: Yüzyıllık Yolculuk, Kadınımızın Hatıra Defteri gibi belgesellerde metin yazarlığını yaptı.
Sosyal Demokrasi, Fransa Bölümü (Turhan) Uçuran Bey Postanesi (Milliyet), Dipsiz Medya (İletişim), Bedelli Gazetecilik (Everest) , Senin Adın Corona Olsun (Literatür) kitapları yayımlandı. Keynes'in (O. E. Moggridge, Afa Yay.) çevirisini yaptı.
|