02 Mart 2024

Evlat yitirmiş anne öksüz, baba yetim midir!

Kendi evladını askerlikten bile kaçırmak için devlet olup duranlar, "ötekilerin kemik kemik evladı"na hakikati, adaleti teslim etmeyi bile çok gördüler

Evladını kaybetmiş analara, babalara ne denir?

Elbet teselli edilir, elbet bir dolu şey denir ama nedir onlar; öksüz müdür evladını kaybetmiş bir anne; yetim midir evladını kaybetmiş bir baba.

Kardeşini kaybetmiş bir kardeşin sıfatı, hali, adı nedir?

Mart o ay işte. Dul ve yetim kelimelerini öğrendiğimde 5,5 yaşımdaydım.

"Annem nerede" diye sorduğumda anneanneme, "Dul ve yetim maaşı bağlatmak için uğraşıyor" demişti.

Çünkü o "dul" kalmış; ben "yetim."

Sonra "öksüz"ü de öğrendim tabii. "Öksüz" de kalmamak için ilkokul yatakhanesinde dilekler diledim.

Büyüdük haliyle. Ne bana özel, ne sana müşahhas. Dullar, yetimler, öksüzler, isimsizler, sıfatsızlar, görünmezler ülkesindeydik zaten.

Çalışırken ölüyorlardı, dövüşürken ölüyor öldürüyorlardı, sevişirken öldürüyorlar ölüyorlardı, tartışırken, dalaşırken, dolaşırken, uyurken, savaşırken, kaçırılarak, enseden vurularak, pusu kurularak, infaz edilerek, işkencelerde de ölüyorlar, öldürülüyorlardı.

Fakat bir "ölüm" şekli vardı ki, ölüyordun, öldürülüyordun ama ölmüyordun.

Bir ölüm hâli vardı ki, ölüyordun ama tek iz yoktu, bir mezar yoktu, bir maşrapa suyun yoktu, dualar elbet vardı ama mezar taşın önünde yoktu işte, taşın yoktu.

Ölüm tarihin yoktu.

Cumartesi Anneleri ilk kez 27 Mayıs 1995'te gözaltında kaybolan yakınlarının akıbetini sormak için toplandı.

Bu ölümlerin hemen hepsi, yani bu ölümüne kaybedilenlerin neredeyse tamamı, devlet elinde, devlet birimleri ellerinde, devlet görevlileri şiddetinde, devlet adına katil olan veya kendince bunu üstlenen birilerinin tetiğinde gerçekleşiyordu.

Fakat gerçekleştirenler bilinse bile, delil yoktu, iz yoktu, ceset yoktu, çoğu zaman bir kemik bile yoktu. Zamanaşımı oracıkta bekliyordu!

Evladından bir iz, bir akıbet, bir kemik, bir DNA peşine düşmüş analar, babalar, kardeşler öksüzdü, yetimdi; babasının, annesinin, kardeşinin nerede, nasıl, belki hangi çukur ya da kuyuda kemik kemik dağıldığını bilmek isteyen evlatlar da.

Hepsi birden önce faşizmin yok ettiği evlatlarını meydan meydan arayan Arjantinli analar oldu; sonra bu ülkenin, bu toprakların, her etnisiteden, her inançtan, her fikirden, her köşesinden Cumartesi Anneleri oldu işte!

Bir devlet düşünün; öyle bir süreklilik, öyle bir büyüklük, öyle bir her şeyi bilirlik sahibi ki, onlarca yıldır bu insanlara "Senin evladının başına gelen şudur" cevabını veremiyor.

Yetersizlikten değil sadece; bildiğini bile bilmiyor! Gizliyor, örtüyor, o çukura, o kuyuya, o araziye, o hakikate kürek kürek toprak atıp örtüyor da örtüyor.

Bir 29 Ekim yıldönümünde köyünüzden onca kişiyle birlikte, 12-13 yaşlarında iki evladı götürülmüş bir anne, bir baba olun mesela.

Küçüğü dönmüş, büyüğü yok.

Anne olun, karakola gidin, tekrar gidin, tekrar tekrar gidin; evladınızı sorarken hırpalasınlar sizi de. Hastalanın. Hasta hasta Dargeçit'ten İstanbul'a varın. Evladının akıbeti peşindeki başka annelere katılın; kocaman bir "Anne" olun hep birlikte.

Haftalarca elde pankart, evladını, bir cevabı arayan onca anneyle, babayla bekleyin bekleyin; yanı başınızda gencecik baba fotoğrafı taşıyan ve artık o babadan daha yaşlı çocuklar, yaşlı anneler, anaların inadına kurumayan gözyaşları.

Sonra… Aklınız inat etse de bedeniniz dayanamasın. İstanbul'da can verin; evladının bir kemiğine bile hasret bir annesiniz, toprağına bile uzanamamışsınız.

Sonra baba olun. Evladını ararken canını veren eşinizin yerini alın, "Anne" olun her cumartesi. Sonra devletin başındaki desin ki "Kim bunlar, ne istiyorlar?" Sokaktan cevap verin, "Evladımın kemiklerini istiyorum" diye.

En kıdemli analardan, 12 Eylül darbesinin yok ettiği oğlunun kemiklerini arayan ve inadına 100 yaşına kadar bu uğurda yaşamak isteyen Berfo Ana gibi güçlü, inatçı, ısrarcı olun…

Yine de tükenirsin işte. "Oğlum oğlum" diyerek ölen eşinizin yanına düşer "Bir kemiğini arıyorum" diyen sesiniz de.

Dargeçit'ten kaybolan küçücük evladın akıbeti peşinde, ana baba yan yana, İstanbul'da toprağa uzanır "Bir kemiğe bile razı" o sesiniz, son nefesiniz.

Sonra nasılsa, bir kuyuda, 18 yıl sonra, yaşasa 30'unu geçecek evladın kemikleri bulunur. DNA'sı hakikati açıklar.

Hızla o kemikleri de kaybetmek istese de devlet bekası ve zekâsı; İstanbul'da gömülü ana baba kemikleri, Dargeçit'teki evlat kemiklerine kavuşur.

Evladına ancak böyle kemik kemik kavuşabilmenin adı nedir? Öksüz yetmez, yetim yetemez, hiçbir sıfat bu acıya yetişemez.

Bir devlet böyle bir tarihten ancak utanabilir, o seçim seçim üstüne seçilmiş olanlar, hukuk insanları, adalet bu hakikati o analara, babalara, evlatlara, kemiklere teslim etmek için çırpınırdı.

Tabii kafada ve vicdansızlıkta da devamlılık olmasaydı!

Ne ki kendi evladını askerlikten bile kaçırmak için devlet olup duranlar, "ötekilerin kemik kemik evladı"na hakikati, adaleti teslim etmeyi bile çok gördüler.

O ne kelime; o çocuğu kaybetmiş subaylardan birini belediye başkanıyken partisine alıp sonra da iktidar partisine birlikte yamanmış birisi çıktı, o anaları küçücük bir meydandan bile sürmeyi, devlet hiddeti ve şiddetinin, kin ve nefretlerinin kusmuğu yaptı!

Ne diyeyim. Kimse evlat acısı çekmesin; siz de devletlûlar; hele hele hakikati bilinmemişini çekmesin hiç kimse.

Çünkü öksüz mü kalıyorsun, yetim mi, inan belli değil!

Nereden biliyorsun derseniz; yaşarken neler görüyor, neler öğreniyor, evlat acısının, kaybının bin türlü halini görüyor insan!

Görüyorsan, hissediyorsan, anlıyorsan evladım; zaten bu yazıyı da bitirmişsindir!

Umur Talu kimdir?

Umur Talu, ilk, orta, liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi'den mezun oldu.

Üniversite döneminde Demiryolu İşçileri Sendikası ve Marmara Boğazları Belediyeler Birliği'nde çalıştı. Günaydın gazetesinde başladığı gazeteciliği, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, tekrar Milliyet, Star, Sabah, Habertürk'te sürdürdü. Muhabirlik, ekonomi servisi yönetmenliği, yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, kısa süre Paris temsilciliği yaptı.

Medyakronik başta olmak üzere, çok sayıda web sitesi ile dergide makaleleri yer aldı.

Birkaç dönem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu'na seçildi, başkan yardımcılığında bulundu.

İstanbul Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi İletişim fakültelerinde ders verdi.

Türkiye medyasında ilk "ombudsman"lik kurumunun kurulmasını gerçekleştirdi. 1998'de Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ni hazırladı.

Çalışmaları Türkiye Basın Özgürlüğü Ödülü, iki kez Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Köşe Yazısı ÖdülüÇağdaş Gazeteciler Derneği Ödülü başta olmak üzere, çeşitli mesleki ödüllere değer görüldü. Aynı yıl, üç farklı gazetecilik örgütünden köşe yazarı ödülü aldı.

Bodrum: Yüzyıllık Yolculuk, Kadınımızın Hatıra Defteri gibi belgesellerde metin yazarlığını yaptı.

Sosyal Demokrasi, Fransa Bölümü (Turhan) Uçuran Bey Postanesi (Milliyet) , Dipsiz Medya (İletişim) , Bedelli Gazetecilik (Everest) , Senin Adın Corona Olsun (Literatür) kitapları yayımlandı. Keynes'in (O. E. Moggridge, Afa Yay.) çevirisini yaptı. 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yaş 13'tü, 22 yıl sonra yine 13!

Tecavüze uğrayanı tecavüzcüyle evlendirmeyi içinden geçirmekle kalmayıp dışına da şey eden erkek yargı mensupları! 13 yaşındaki kız rızasıyla, babası, dedesi yaşında 26 adamla… diye karar veren mahkeme üyeleri. Mahkeme kararını normal bulan, onaylayan, N.Ç.'ye hançer saplayan yüksek yargı

Yeter mi? Yetmez!

Kobani "suç" ise Süleyman Şah ne der, "şehit astsubay" ne düşünür, peşmergelerin Türkiye topraklarından yolculuğu tarihten silinmiş midir?

Vicdan enternasyonali!

Orleck ve gibiler bize şunu da anlatıyor: Tamam kimlikler var ve doğuştan insanı kavrıyor, kuşatıyor, kişiliğinin temellerini de oluşturuyor ama, istisnai kimi durum dışında… Öyle herkesi içine alan bir "kimlik kişiliği" yok. "Bütün Yahudiler, bütün İsrailliler" yok. "Bütün Araplar" yok. "Bütün Amerikalılar" yok."Bütün Türkler" yok. İyiler ve kötüler var kabaca