15 Mart 2025

Dünyanın bütün kadınları birleşiniz!

Dünyanın bütün kadınları birleşiniz. Bir bakıma… Tabutlarınızdan başka kaybedecek bir şeyiniz yok!   

Aynı yaştaydılar, 26’ydılar. Aynı yaşta. İkisi de hastanede hemşire-hasta bakıcıydı. Aynı hastanede. İki ay önce evlenmişlerdi. İki ay.

Adam o iki ayın sonunda, “Kadınlar Günü”nün üç gün sonrasında, öldürdü. Öldürdü. Satırla doğrayarak, bıçakla bıçaklayarak. Satırla.

Antalya’da 26 yaşındaki Sevcan Demir “kocanın satırla kurbanı” olduğu sırada…

İzmir’de yine gencecik bir kadın, Fatma Kara da eski sevgilinin kin-nefret dolu katil ellerinde ölüyordu. Hem de sokak ortasında. Sokak ortasında. Hem de başı asfalta vurula vurula. Asfalta vurula vurula. Herkes vardı, kimse yoktu. Kimse yoktu. Erkekler seyirciydi, kadınlar da!

Aynı gün, işte aynı gün yine; Konya’da Havva Adıyaman’ı eski eşi; Tekirdağ’da Halime Avşar’ı kocası, İstanbul’da Gülnur Akalın’ı eski eşi öldürüyordu.

Bir günde beş kadın. Beş kadın. Bir yılda 394 kadın. 394 kadın. Yüzde 90 koca, eski eş, sevgili, eski sevgili; bir kısım da tanıdık: Baba, ağabey, akraba, komşu, göz koymuş bir başkası mesela.

Bu cinayetlerin hiçbirini, iktidarın Trump ve Putin’in izinden giderek düşman ilan ettiği “LGBTİ artı” insanlar işlemedi. Bu cinayetleri, iktidarın İstanbul Sözleşmesi’nden çıkarak koruduğu, bu cinayetleri fetvaların büyüttüğü, bu cinayetleri kimi annenin toz kondurmadığı; bu cinayetleri askerliğin, bir tür milliyetçiliğin, nefret-şiddet ikliminin azdırdığı, “kahramanlık” palavralarının sırtını sıvazladığı, hayvanları ve kadınları ve ötekileri dayaklık, öldürmelik, aşağılık görenlerin çoğalttığı, taraftarlığın bir türünün bilediği, medyadaki, okuldaki, işyerindeki, ailedeki erkek dilinin zehirlediği erkekler öldürdü.

Bu kadınları erkekler öldürdü. Bu kadınları “sevgili” sandıkları, bu kadınları o gün yahut daha önce “bir yastıkta koca” sandıkları erkekler öldürdü.

Bu kadınlar başörtülüydü, bu kadınların başı açıktı. Bu kadınları öldürenler onları, başı örtülü ya da başı açık diye öldürmedi; kadın oldukları için öldürdü. Bu kadınlar, başörtüleri yahut örtüsüz başlarıyla “ayrı dünyaların kadınları” zannediliyordu ama bu kadınlar “aynı dünyaların erkekleri” tarafından ayrımsız öldürüldü. Bu kadınları, kendilerini dinen, “yerli ve milli kültürle, her türlü iktidar biçiminin “güce abanan” diliyle donanmış “erkeklik zorbalığı” öldürdü.

Çünkü bu ülkede ve dünyanın da hemen her köşesinde “erkeklik” daha çocukken pohpohlanan, maalesef nice kadın, yani anne, hatta eş tarafından bile cilalanan bir “mutlak iktidar” biçimiydi. Çünkü iktidar hemen her yerde erkekti, iktidarda istisnai kadınlar dışında, kimi kadın olsa bile. Çünkü bu ülkede rıza, itaat, biat, boyun eğme-eğdirme, en tepedeki iktidardan nice hanedeki, işyerindeki erkek iktidarlara kadar erkeklik despotluğu geçer akçe, ezer geçer dozerdi.

Ve bu kültürün çocuk yaşındaki erkekleri, aynı şiddet kültürünü paylaşmayan Ahmet Minguzzi’yi de bıçak bıçak öldürüyor, annesi evladını geri getiremeyeceğini bile bile, sadece adalet için bile çırpınmak zorunda kalıyordu. Çünkü bu ülkede, yıllar önce öldürülen çocuğun, Berkin Elvan’ın annesi de, yıllardır bulamadığı, göremediği adaletin yokluğunda, öfkesiyle oğlunun mezarına sarılıyordu, çünkü evladını “iktidar müdahalesi”nde kaybetmiş o anne, derin acısıyla bile, “iktidarın iktidarı” tarafından meydanlarda bile, erkek kitleye ve erkeklerle erkekleşen kadınlara yuhalatılmıştı. Çünkü 8 yaşındaki Narin’i erkek kararları; çünkü 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ı 13 mermiyle, çünkü 13 yaşındaki Seyhan Doğan’ı işkencelerle “devlet iktidarının üniformalı iktidar erkekleri” öldürmüştü!

Hırvatistan ve Kıbrıs’tan (Rum Cumhuriyeti işte) sonra, “sağcı bir kadın”ın iktidarda olduğu İtalya hükümeti bile, “kadın cinayeti” diye dile yerleşen “erkeklik cinayetleri”ni en ağır cezaya çarptırmak için kanun hazırladı. Daha da sağcıların, faşizanların; katiller yüzde 94 İtalyan ve çoğu koca, eski koca, sevgili, eski sevgili olduğu halde “Bu cinayetleri kaçak mülteciler işliyor” diye anırmasına rağmen. Merkez ve sol muhalefet ise “Eksik ama evet” dedi.

Yılda toplam 276 cinayetin işlendiği, bunun 100’ünün kurbanının “kadınlar” olduğu, öldürenlerin 88’inin “kadının yakını” olduğu İtalya: “Bir kadının, kadın olduğu için öldürülmesi”ydi mesele. Kadın olduğu için haklarının çiğnenmesi, özgürlüğünün ezilmesi, hayatının alınmasıydı. Kadın Aile Bakanı’nın deyişiyle: Kökleri insanlık tarihinde olan bir erkek kültürdü bunun sebebi. Güç asimetrisi erkekten yanaydı; özel hayat asimetrisi de. Kadınların hayır deme özgürlüğü, bunun saygı görebilmesi de bu asimetri içinde yok sayılıyordu. Çekip gitme özgürlüğü de duygularının değişebilmesi özgürlüğü de, kendi tercihlerini yaşayabilme hakkı da.

Çünkü, Antalya’da satır ve bıçak darbeleriyle parça parça öldürülen, hani iki aylık evliyken “erkek-koca”nın katlettiği Sevcan Demir gibi, gencecik Giulia Cinquetti bir sağlık çalışanıydı; henüz tıp öğrencisiydi ve “eski sevgilisi” Filippo tarafından Padova’da 75 bıçak darbesiyle öldürülüp bir göl kenarına parça parça atılmış, katil ertesi günü Almanya’da yakalanmıştı. Müebbet aldı “eski sevgili”den bozma “erkek” katil. Babası ve kız kardeşinin dediği gibi, “Bu bir erkeklik kültürü”ydü!

İtalya’da o cinayette kadınlar ayaklanmıştı, ülke ayaklanmıştı. Burada, ülke ayaklanmadı, 8 Mart’ın cesur, inatçı, ısrarlı kadınları dışında, kadınlar da ayaklanmıyor zaten. Ama şu oldu: Sevcan’ın tabutunu kadınlar taşıdı. Tabutunu kadınlar taşıdı. Kadınlar taşıdı tabutunu!

Öyleyse: Türkiye’nin bütün kadınları birleşiniz. Bir kadın tabutunun başında birleşenler gibi, kadın hayatları, onuru, hakları, özgürlükleri için birleşiniz. Başınızın örtülü-örtüsüz olması katil erkekler için fark etmiyor. Sizin için hiç fark etmesin. Erkeklerden de el ve yürek veren çıkarsa, ne ala. Öğretmenler, anneler, eşler; uyanınız lütfen. Tabutlara el vermemiş olsanız da, “erkekler”e akıl ve vicdan veriniz!

Öyleyse: Dünyanın bütün kadınları birleşiniz. Bir bakıma… Tabutlarınızdan başka kaybedecek bir şeyiniz yok!   

Umur Talu kimdir?

Umur Talu, ilk, orta, liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi'den mezun oldu.

Üniversite döneminde Demiryolu İşçileri Sendikası ve Marmara Boğazları Belediyeler Birliği'nde çalıştı. Günaydın gazetesinde başladığı gazeteciliği, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, tekrar Milliyet, Star, Sabah, Habertürk'te sürdürdü. Muhabirlik, ekonomi servisi yönetmenliği, yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, kısa süre Paris temsilciliği yaptı.

Medyakronik başta olmak üzere, çok sayıda web sitesi ile dergide makaleleri yer aldı.

Birkaç dönem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu'na seçildi, başkan yardımcılığında bulundu.

İstanbul Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi İletişim fakültelerinde ders verdi.

Türkiye medyasında ilk "ombudsman"lik kurumunun kurulmasını gerçekleştirdi. 1998'de Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ni hazırladı.

Çalışmaları Türkiye Basın Özgürlüğü Ödülü, iki kez Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Köşe Yazısı ÖdülüÇağdaş Gazeteciler Derneği Ödülü başta olmak üzere, çeşitli mesleki ödüllere değer görüldü. Aynı yıl, üç farklı gazetecilik örgütünden köşe yazarı ödülü aldı.

Bodrum: Yüzyıllık Yolculuk, Kadınımızın Hatıra Defteri gibi belgesellerde metin yazarlığını yaptı.

Sosyal Demokrasi, Fransa Bölümü (Turhan) Uçuran Bey Postanesi (Milliyet), Dipsiz Medya (İletişim), Bedelli Gazetecilik (Everest) , Senin Adın Corona Olsun (Literatür) kitapları yayımlandı. Keynes'in (O. E. Moggridge, Afa Yay.) çevirisini yaptı. 

Yazarın Diğer Yazıları

Lazkiye katliamı, Türkiye hafızası!

Türkiye devleti, komşusunun ve hemen ötesindeki coğrafyanın “iyileşmesi”ni istiyorsa, herhangi bir ata değil, akla ve barışa oynayabilmeli. Öyle ya, “yurtta barış” da söyleniyor şimdi. Sınır ötesinde de. Orası da öyle!

8 Mart Kül Günü!

Katille gurur duyabilen elemanları, mafya ve çete liderlerine öpücük yollayan istihbaratçıları, caniden tetikçi, bombacıdan muhbir, muhbirden suikastçı çıkarmış bir derinliği var devletin. Utancı yok. Derinliği var. O derinliğe çocuklarını gömüyor!

Barış umudu… Umudun barışı!

“Barış ve huzur” gerçekleşecekse, acılar asla unutulmaz ama, bütün bu yıllarda doğmamış veya yeni doğmuş onca gencin, çocuğun geleceğine sarılabiliriz. Ülkenin kanlı bir kabristana dönüşmüş olmasını unutmayız ama onların mezarlarına bir “barış çiçeği” koyabiliriz.

"
"