20 Ocak 2024

Affedersin ama o hâlâ orada yatıyor!

İlk sözlerimiz, ilk duygularımız yok olursa, hakikat de tozlaşır, buharlaşır sanki

Bu yazıları 17 yıl önce yazmışım…

17 yıl önce Hrant Dink ya da dostum Hrant orada yatıyordu, bu ülkede onun koca yüreğine bir yer bırakmamışlar da kendi kanını yastık yapmışçasına…

17 yıl sonra Hrant yine orada yatıyor. O gün artık bugün serbest olan "Ogün" tetiği çekmeden önce, Hrant benden 3 yaş büyüktü… Şimdi ne kadar da genç benden, belki sizden de.

17 yıldır aynı iktidar, aynı lider, aynı gitti gider… 17 yıldır bir tetikçi ile birkaç yancıyla bize yutturulmak istenen bir hikâye var. Bir ona bağlanıyor bir şuna ama ne arkasındakiler var, ne en öndekiler.

Aynı yıl, işaret parmağımı tutarak son nefesini veren annemi kaybettiğim 2007 de oldu, ne tuhaf.

17 yıl sonra bunları yazabilirdim belki. Ama 17 yıl öncede kalmak istedim. Hrant da okusun isterdim.

Çünkü ilk sözlerimiz, ilk duygularımız yok olursa, hakikat de tozlaşır, buharlaşır sanki.

Aşağıda 20 ve 21 Ocak 2007'de henüz "gazete" olan Sabah'ta yazdığım yazılar var.

Ülkeni, onu kanatmadan seveceksin!

Bu dünyaya verdiğimiz mesaj bu işte!
Rahibi öldür.
Bu memlekete sevdalı, aydın ve cesur bir gönül adamını, Hrant'ı öldür.


Bir pusuda Kadir astsubay ölsün.
Bir hâkim öldürülsün, yüksek mahkemenin bağrında.
Bir avukat ölsün, ölüm orucunda; bir genç cezaevinde, mayında.
Birbirini öldür, öldür, öldür.

Sonra buna milliyetçilik de, ulusalcılık de, vatanseverlik filan de. Demokratlık dahi de. Hukuk bile de.

Sokak sokak, cadde cadde, meydan meydan, mezar mezar; aydınların, evlatların, vatandaşların, vurulmuş da uzanmış, öyle yatsın.


Sonra
hep aynı, hep aynı.

Hrant'a "öldürüleceksin" dediler, öldürdüler.


Hrant'a "öldürüleceksin" dendi, koruyamadılar.


Kayıp bir sokak köpeğinin dahi, ilgilenilirse bulunabildiği bir yerde, bunu akıl edemedi 301'leri filan akıl üstüne akıl eden devlet.

"Katil kimdir?" sorusu elbette önemli; ama bir de şu soru var:
Katil nedir ki!
Katilin ağaları nedir ki!
Bu karanlık sinsilerin, yılanların, akreplerin bu ülkeye hayrı nedir ki! Sorunuz ve sorunumuz bir de budur.

Bir de, bir de şu var:
Gazeteciliğin vicdanının temel taşlarından ikisi "şiddet karşıtlığı ve düşünce özgürlüğü ile çeşitliliğine saygı"dır.

Oysa, bizim mesleğimize sadece İpekçi, Mumcu, Emeç, Kışlalı, Darendelioğlu, Kaftancıoğlu, Ali İhsan Özgür, Dursun, Anter, Göktepe ve şimdi Dink'in kanı akmadı…

Aynı zamanda, mesleğimizin içinde; insanları, meslektaşlarını hedef gösteren, küfür kıyamet, şiddet kışkırtıcı bir gazeteci ve gazetecilik türünün iğrenç sesi ve fitnesi de bulaştı.
Kimi siyasetçileri, hukukçuları ve başkalarını saymıyorum dahi.

Bu ülkeyi hakikaten seven Hrant Dink "Kim bilir daha ne haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım 2007'de" diyordu. Alın size!

Sıradan faşizmden darbeli faşizme kadar tezgâh açanlar vicdanını başına toplasın.

Bu ülke canilikle, bu denli derin ihanetle sevilmez.

Böyle sevmeye kalktıkları her an, boğdular.

Ogün'den bugüne…

Siz hiç... "Telefon geldiğinde" merdivenden aşağı, kapı önüne koşar adım inen "gazete sahibi" gördünüz mü?


Siz hiç...
Merdiven aşağı koşturan ayağındaki ayakkabısı delik "gazete sahibi" gördünüz mü?


Görmemiştiniz.
Gördünüz.


Orada uzanıp yattığında, gazetesinin önünde gözyaşlarımıza karıştığında, örtünün kenarından gördünüz:


Hrant Dink.


Tanıştığınıza memnun olurdu, ama tanıştığınızda kurşun kurşun bir ölüydü.
Tanısaydınız, hakikaten tanışsaydınız, çok memnun olurdu, gözlerindeki parıltıyı mutlaka görürdünüz, güldürürdü sizi, sonra hüznünü, evet hüznünü mutlaka yakalardınız, üzülürdünüz, kelimeleri seçerdiniz.

Bu cinayetin iç, dış, dışın içi, için dışı, içi dışında, büyük sonuçlar uman, Türkiye'yi vuran, hayır sadece Hrant'ı vuran, tek başına, örgüt başına... failleri elbette önemli.

Bravo devlete; zanlı yakalandı ve hakikat, lütfen ortaya çıkarılsın.
Ama bize şunu unutturmasın:
Ülkenin hukuk, devlet, milliyet, milliyetçilik, hak, özgürlük, dost ile düşman, vatanseverlik ya da ihanet, düşünce, mahkeme, eleştiri, tartışma anlayışı, düzeni ve adabı;
hemen hepsi ve onlar adına birçokları;
Hrant Dink'i hep ölüm eşiğinde tuttu.
Bakın, önemli olan bir de budur.

Utanç, sadece öldürülmesi değil; kanun kuvveti, etnik şiddet fırtınası ve nefret ile, bir insanın, azınlığın da azınlığı kılınıp ruhunun öldüresiye hırpalanmasıdır.
"İşkencede öldürüldü" desek, yalan olmaz.

Ne dersiniz? İnsanların görüşleri, inançları bir yana, bu mertlik midir?
Mertlik midir, şu veya bu görüş, inanış, tepki adına, kalabalıklar marifetiyle bir insanı sıkıştırıp bedenine, zihnine, ruhuna sille tokat girişmek.


"Kalleş katil"in mertlikten nasipsiz akrepliği ile linççi namertlik arasındaki mesafe gerçekten çok mu uzaktır?

"Kurşunlar Türkiye'ye" imiş.
Elbette bu ülke çok vuruldu, çok yaralandı; çok insanı "vatan uğruna" veya onun daha iyi bir yer olmasını hayal ederken ölüme gitti.


Ama bu olayda şunu da düşünelim:


Hem askere alınan hem şüpheyle bakılıp omzuna iki pırpır esirgenen;
geçmişini merakından dahi hoşlanılmayan;
bazen dilini, şivesini, adını gizlemek zorunda bırakılan;
çok akrabasının, komşusunun bu topraklardan gittiğini, isim hatta din değiştirdiğini gören, öğrenen;
sanki "buralı" değilmiş de, bir gün zorla ülkeye girmiş, Malatya'da cebren doğmuş, İstanbul'a göçle gelmemiş de uzaydan inmiş, sanki ihanet olsun diye yetimhaneye düşmüş, Şişli'de gazete ofisi diye bir apartman katı ile Bakırköy'de mütevazı daireyi, bir de altı delik ayakkabıyı sanki işgal etmiş gibi bakan, davranan bir "Türkiye" de var.

"Kim olursa olsun, bizdendir" diyorsanız, "Türk" de deyin, onun da kendine dediği, dışarıdaki kimi Ermeni'nin ona saldırırken söylediği gibi; bir sakıncası yok.
Ama hem zorla "Türk" deyip hem de ayıracaksak, dövecek ve vuracaksak, bu mertlik midir!

Affedersin, o "Türk" bir de "Ermeni" değil midir!

İnsan, can, vicdan değil midir Hrant!

Umur Talu kimdir?

Umur Talu, ilk, orta, liseyi Galatasaray Lisesi'nde yatılı okudu. 1980'de Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi'den mezun oldu.

Üniversite döneminde Demiryolu İşçileri Sendikası ve Marmara Boğazları Belediyeler Birliği'nde çalıştı. Günaydın gazetesinde başladığı gazeteciliği, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, tekrar Milliyet, Star, Sabah, Habertürk'te sürdürdü. Muhabirlik, ekonomi servisi yönetmenliği, yazı işleri müdürlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı, kısa süre Paris temsilciliği yaptı.

Medyakronik başta olmak üzere, çok sayıda web sitesi ile dergide makaleleri yer aldı.

Birkaç dönem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu'na seçildi, başkan yardımcılığında bulundu.

İstanbul Üniversitesi, Bilgi Üniversitesi ve Bahçeşehir Üniversitesi İletişim fakültelerinde ders verdi.

Türkiye medyasında ilk "ombudsman"lik kurumunun kurulmasını gerçekleştirdi. 1998'de Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ni hazırladı.

Çalışmaları Türkiye Basın Özgürlüğü Ödülü, iki kez Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Köşe Yazısı ÖdülüÇağdaş Gazeteciler Derneği Ödülü başta olmak üzere, çeşitli mesleki ödüllere değer görüldü. Aynı yıl, üç farklı gazetecilik örgütünden köşe yazarı ödülü aldı.

Bodrum: Yüzyıllık Yolculuk, Kadınımızın Hatıra Defteri gibi belgesellerde metin yazarlığını yaptı.

Sosyal Demokrasi, Fransa Bölümü (Turhan) Uçuran Bey Postanesi (Milliyet) , Dipsiz Medya (İletişim) , Bedelli Gazetecilik (Everest) , Senin Adın Corona Olsun (Literatür) kitapları yayımlandı. Keynes'in (O. E. Moggridge, Afa Yay.) çevirisini yaptı.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Başka vatandaşlara neler yapılmaz ki!

Bu böyle bir düzen: Öldürürken, ister doğal denen ama sonucu doğal olmayan bir felaketle, ister “yangın” denilen ama sorumsuzluk alevlerinden müteşekkil bir faciada, ister çocuk çocuk ve kadın kadın katlederken genellikle kimlik sormuyor

Kalkınma ve Adalet!

“Katliam oteli”ndeki gibi çarşafını düğümleyip kurtulmak da belki mümkün; omuz omuza dayanmak, dayanışmak da bir ihtimal!

Yangın yerinde steril gazetecilik!

Hak olmadan özgürlük, özgürlükler olmadan “etik” zaten uyuz kalır! O yüzden ilk talep hep özgürlük ve onu güvenceye alabilen hukuktur. Bu ülkede zaten itirazı olan herkese “parmak sallayan” var. Bir de siz sallamayın koçum!

"
"