11 Ocak 2018

Kırılgan kozmik izler ve 'ilk'

Hesiodos’a göre dünyanın yaratılış orijininde kaos var.

“Vücut kendi varlığını bir öykü -böylelikle son bulmuş bir eylem- olarak ortaya koyduğu zaman bir yazı kurgusuyla yüz yüzeyiz. Varoluşu açıklayan sözcükler içermeyen, sadece kozmik bir olay, bir evren olarak dünyada kendiliğinden yer alan bir durumdur söz konusu. Bu işaretler dünyaya neler olduğunu açıklamıyor, temsil etmiyor, apaçık bir vizyon sunmuyor, herhangi bir anlama ulaştırmıyor: varoluşun kaçınılmaz bedenselliğinin kırılgan kozmik izlerdir bunlar.”
Carmine Benincasa

‘‘Ben’’den evrene uzayan yol kendi bedenimdir; o kadar çok ve o kadar hiç.

‘‘Mitolojik kozmogoni ve teogoninin yaratıcılarından olan Eski Yunan şairi Hesiodos’a göre dünyanın yaratılış orijininde kaos var. Kaos aynı zamanda kozmik armoninin kendisidir de. Hermes’ten Orfeus’a bu anlayışın bir yaradılış ve inanç efsanesine bürünmesi doğayı esrarengiz bir dünyaya dönüştürür. Böyle bir dünyada ritüel ve tılsımın tinsel eğilimleri beslemiş olması insanın kendi doğasından kaynaklanır. İnsan evladı, kendinde doğa ve kendi öznelliği arasında yaşadıklarına anlam vermeye çalışan bir varlıktır. Sanat işte bu anlalandırma ve anlamı yüceltme sürecinin görünür kılınmasını sağlayan doğal bir eylem biçimidir.

Hatırlamak ve hatırlanmak istemek iz bırakmayı zorunlu kılan bir davranışın sonucudur. İz, bir çizgiden başlayarak doğayı taklit eden biçime gelene kadar her zaman için bir yücelme duygusunun tezahürü olarak bedene büründü. Sonra ses ve tını. Rüzgârın ıslık sesinden senfonilere kadar, bir şaman yakarmasından ilahilere kadar tapınmanın, adanmanın ve özgürleşmenin karmaşık duyguları üzerinden yükselen müzik... Müzik de tıpkı resim gibi insanın doğayla uyumu arasındaki gizemli ilişkisinden beslenmeye devam etti. Tek tanrılı yaradılış efsanesine gönderme yaparak ‘‘Başlangıçta söz vardı, sessizlik ondan sonra ortaya çıktı.’’ diye bir vurgulama yapıyor Jean Baudrillard ‘‘Neden Her Şey Hala Yok Olup Gitmedi?’’ adlı kitabında (2007); bu da onun yanılgısı. Çünkü aslında sözdür sessizliğin bozulmasına neden olan. Başlangıçta sessizlik vardı sonra söz ortaya çıktı… ‘‘Artık ortada son denilebilecek bir şey kalmadı’’ diye ekliyor yine aynı düşünür. Halbuki ilk de son da aynı döngünün ivme jeneratörleridir ve bir ayna yansıması gibi birbirlerinin içinde çoğalırlar. İlk ve son’u doğum ve ölüm gibi bir ikilik olarak algıladığı zaman, yaşamın ne anlama geldiğini sorgulamaya başlayan insan tanrıları tasarlamaya başlar. Sanatın başlangıcını (arche’sini) da burada aramak lazım.

Beni ilgilendiren de işte bu ‘arche’dir; sanatın ilk bakir hali, hatta sanat olmadan önceki hali. Benim bir sanatçı olarak zaman ve mekân içindeki konumum ise –an-arche– ilk ve orijinal olmayan bir durumdan kaynaklanıyor. Soyut sembollerle bezenmiş iki boyutlu bir düzlemde Klee’nin resimde müziği aradığı gibi ben de müziği ve armoniyi arıyorum. Resim ve enstalasyonlardaki ritüellik de orfik tinsellikle bağdaştırılabilir. Doğayla uyum arayışı ne kadar antik bir arayışsa benim eserlerim de o kadar eski ve anakroniktir; çünkü şimdiki zamanın sınırları içinde düşünmenin sanatla çelişen bir zihinsellik durumu yarattığına inanıyorum.

Ofrizm kübik resim sanatçılarının renk armonisine dayalı kompozisyonlarını tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Tam anlamıyla orfik sanatın karşılığını bulacak resimler ürettiğime inanıyorum. Soyut sembollerle bezenmiş doğadan soyutlamalarla müzikalite ve yazı düzeninde kurgulanmış motifler arasında inşa edilen ritüel resimlerimde metaforik olarak Hermes ve Orfeus düalizminin yansımasını görebiliriz. Boya resimlerim ya da nesne resimlerim her zaman tılsım ve büyüyü çağrıştıran ezoterik bir kurguyu içerirler. Enstalasyon çalışmalarımda da yine aynı yönelimlerin makasında ilerlediğimi görebilirsiniz. Çektiğim fotoğraflar da aynı doğrultuda kurgulanmış nesnelerin resme aktarılma hallerini içeriyorlar. Aslında onlara ‘çektiğim’ değil ‘yaptığım’ fotoğraflar desem daha doğru olur. Dijital enstrümanlarla müdahale ettiğim fotoğraflarda nesneler ve mekân kendi gerçekliklerini terk edip metafiziksel bir boyuta taşınıyorlar.

Güncelliğin içine sıkışmış bir metropoliten entelektüeli gibi değil doğanın kozmik bütünlüğüne dönmeye çalışan bir şaman gibi sanat yapıyorum. İlkellik ve geometri, sezgi ve bilinç, özne ve nesne, gizem ve açıklık, parça ve bütün, şüphe ve mutlak... İkiliklerle çatışarak, bir homo ludens gibi kendimi de oyunun bir parçası kılarak, tüm yüceliklerin bir rol kapma oyunundan ibaret olduğunu kanıtlamaya çalışıyorum. Her ritüel bir gerçeklikten kaçış ve hiçliğe direnme biçimiyse sanat da bundan farklı bir mevcudiyet durumu ortaya koymuyor. ‘‘Gerçek olan hiçliğin kendisi mi?’’ diye soru sormamızı engelleyen gündelik yaşamın tüm etkilerinden arınmanın bir yolunu bulmak lazım diye düşünüyorum. Kendimi anarşist ve ateist olarak tanımlamam bile eksik kalıyor; ya da fazla geliyor. Benim yolculuğum ‘‘hiç’’e doğruysa bu tanımlamalar da kendi değerlerini yitirebilirler.

Şamanizm’den Mısırlıların hermetik ritüel sanatlarına, Antik Yunan mitolojisindeki kozmogoniye ve kültürel antropoloji -etnografya düzeyinde günümüze kadar varan betimleme biçimleri eserlerimin kültürel gen yapısında gizlidirler. Bir antik seramikten ikonaya, bir tapınak resminden kilim motiflerine, bir şamanın tılsımlı nesnesinden simyacının şematik resimlerine, Bengü taşlarından damgalara, bir Uzakdoğu resminden minyatüre... Resim ve yazının bir bütün olarak algılandığı her ne varsa zihnimi meşgul ediyor. Sanatsal üretimimi devingen kılan bu esin ve bilgi kaynakları zihnimi hep diri tutuyor. Elbette ki sanatın psiko-dinamiği, sosyal etkisi, entelektüel ve tinsel salınmaları, ontolojik kaygı ve erdemli olma durumları da bir sanatçı için önemlidir; ancak daha da önemlisi bir sanatçının kendi mevcudiyetini bir başka aklın yücelik denemelerine araç kılmamasıdır.

Benim sanatımın mistik veya hermetik tarafı, aslında arkaik sanatsal davranışların mimetik şekillenmesinden başka bir şey değil. Bir bakıma sanat eserinde mevcut olan paradoksu ortaya çıkarmaya yelteniyorum. Neyin ilerleme veya gerileme olarak algılanabileceğini sorgulamadan antropolojik bir araştırma, aynı zamanda eşzamanlı olarak sanattaki ayinsel vaziyetin arkaik geçmişini yeniden kurmaya yarayacak bir nevi enstruman... Geleceğin ilkeliyim ben. Çağdaş bir şaman; kronik bir anakronik!

Romantizmin sanatçıya kazandırdığı özgürlük elden yitmişe benziyor. Kurumlar, statüler, onama yetkesi derken, sanatçının ontolojik konumu sosyoekonomik bir silsilenin içine kayıyor. Sanat piyasasının ‘‘Güncel Sanat’’ adı altında totalize etmeye çalıştığı entelektüel üretim biçimlerine direnen bir sanatçı olarak içinde yaşadığım zamanın değil, insanı hafızasına kaydeden bütünsel zamanın bir parçası olma çabasındayım. ‘‘Omnia ab uno omnia ad unum’’ bütünden teke, tekten bütüne... Mikrokozmos ve Makrokozmos döngüsü... İşte bu döngü içinde varlığımı sınıyorum. Hem varım hem yokum. Bütün ‘‘ben’’ler tanrıya çıkar, bütün tanrılar da ‘‘ben’’e. Benim yolumsa evrene çıkar, orası ki hem kendimi bulduğum hem de kaybolduğum yerdir.

Yazarın Diğer Yazıları

Kadın ve eril tahakküm

Üçüncü bir yol düşünmeden, ille de iki yoldan birini seçmek durumunda kalmak yeni bir anlayış ortaya koyamamanın sıkıntısından kaynaklanır sanırım

İçimizdeki ceset mi cenin mi?

Hiçbir zaman olmadığı kadar içinde yaşadığımız şu doğanın dışarısı olan evlerimizi sorguluyoruz şimdi. Mobilyalar, eşyalar yaşantımızın birer uzvuna dönüşerek hiç aklımıza getirmediğimiz nesne ontolojisinin bir parçası kıldı bizi

İktidarlık temsili ve mutlak ben

Tüm bu önlemler toplumun ve yurttaşlar olarak bireylerin taleplerine karşılık verecek önlemler olarak değil, iktidarın kendini ve temsil ettiği devleti nasıl koruyacağı üzerine kurgulanmıştır