06 Haziran 2020

İktidarlık temsili ve mutlak ben

Tüm bu önlemler toplumun ve yurttaşlar olarak bireylerin taleplerine karşılık verecek önlemler olarak değil, iktidarın kendini ve temsil ettiği devleti nasıl koruyacağı üzerine kurgulanmıştır

Koronavirüs pandemisinin küresel yaygınlaşmasının çok yönlü etkileri olacaktır mutlaka. Sosyolojik, ekonomik, psikolojik, kültürel vb... Pandemi sonrası ne tür bir travmanın sarmalına kapılacağımızı tahmin etmek üzerine inşa edilen argümanlar ya tam karşılığını bulacak ya da gereksiz evhamlar olarak geride kalacaktır. İnsanız işte, korkularımız da var kapılmalarımız da, kanaatlerimiz de var abartılarımız da. Sonuçta temenni ve gerçeklik arasında bir doğruluk ve iyilik üzerinden yeniden kurgulamaya çabalıyoruz yaşamımızı; kimi zaman iyimser, kimi zaman kötümser. Salgınlardan savaşlara, katliamlardan soykırımlara, nedeni ne olursa olsun dünya üzerindeki toplu ölümler insanın tarihsel belleğine derinden kazınmıştır. Hatırlayarak unutarak, unutarak hatırlayarak, menfi bir şekilde bellek seçiciliği yaparak kolektif bir aidiyet duygusu yaratmak her toplumun tecrübe ettiği ontolojik bir şuurlanma oldu. Ve her zaman olduğu gibi bu şuurlanma kendilik ve ötekilik arasında bir ayrışmanın dolaylarında oldu. İyi de ötekinin içinde gördüğümüz düşman gerçekten ötekinin içinde miydi?

Pandeminin seyir halinin belirsizliği, öngörü odaklanmamızı bertaraf ederken içimize bir ölüm kuluçkası gibi yerleşen bu virüsün karşısında hem bir savaş esiri gibi hem de bir soykırım makinesinin kurbanı gibi hissettik kendimizi. Peki, bu çaresizlik çıkmazından çıkaracağımız ders ne olmalı –bir yeryüzü canlısı olarak? İşte bütün mesele, bu ontolojik kaygının, bu derin sıkıntının ne tür bir bilgelikle ve ne tür bir medeniyet anlayışıyla üstesinden gelineceğidir.

Hâlâ iktidarlık temsili üzerinden bir korunma ve savunma eğiliminin ortaya çıkması, bireyin temel özgürlüklerinin kullanılması açısından ne kadar özgüven yoksunu olduğumuzu gösterir. Birey ilk akla gelen şekliyle bir tahakkümün egzersiz alanına dönüşüyor. Bu, sadece iktidarı elinde tutan siyasi gücün kısıtlamalar üzerinden önlem alma anlayışında değil aynı zamanda yurttaşlık bilincinin gelişmediği toplumun da zafiyetlerinden kaynaklanır. Her kırılma anında "devlet nerde" diye yakınmayı kendine hak gören insanların bir edilgenlik göstergesi olarak her zaman beklenti içinde olmaları, kendilerini herhangi bir zorluk karşısında hazır olma becerisine kavuşturamaz. Bu durumda iktidarların sorun çözme yöntemlerinde ortaya çıkan totaliter yaklaşımları sosyal yapının bir gereği olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü herhangi bir sorumluluk çerçevesinde özerk davranış sergileyebilecek bir yetiye sahip olmayan toplumsal bir yapıdır söz konusu.

Pandemiye karşı önlem, muhalefetten gelen siyasi tazyike karşın önlem, ekonomik daralmadan kaynaklanacak olan itirazlara karşı önlem… Tüm bu önlemler toplumun ve yurttaşlar olarak bireylerin taleplerine karşılık verecek önlemler olarak değil, iktidarın kendini ve temsil ettiği devleti nasıl koruyacağı üzerine kurgulanmıştır. İşte o zaman rejimin totaliter olup olmadığı değil liderliğin böyle bir eğilimi olup olmadığı önem kazanıyor; sonuçta yöntem de beklenti de bu yöndedir. İktidarlıkla özdeşleşen ve kendi tayin ettiği tahakküm nesnesi (karşıt kitleler) üzerinden mutlak bir ben inşa eden liderlikler (siyasi organ ya da kişiler) için yaşamsal olan iktidarlık seviyesindeki süreklilikleri ve dirençleridir. Demokrasinin cılız olduğu, yönetim zorluğunun belirdiği zamanlarda militarizmin yardıma koştuğu ya da sermayeyi korumak adına neo-liberalizmin sertleşmeye geçit verdiği siyasi ortamlarda liderlikler de kendi karakteristik yatkınlıklarına göre hareket etme imkânına sahip oluyorlar. Liderin gerçeklikten uzaklaşarak saltık bir hakikat üzerinden inşa ettiği "ben" liderin ya da liderliğin tartışmasız bir iktidarlık konumunu pekiştirmeye yöneliktir. Karşılaştıkları her yeni durum ve gerçeklik kendi "mutlak ben"lerini ne kadar sarsıp sarsmayacağıyla ilgili bir sınava dönüşüyor. İşte burada pandemiye neden olan virüs ve totaliter tahakküme neden olan siyasal eğilim metaforik düzlemde buluşuyorlar.

Siyasi görüşlerinden dolayı soluma alanlarının daraltılacağı –fiziksel ve psikolojik baskının hem nesnesine hem de imgesine dönüşen– hapishanelerin böylesine arzuyla araçsallaştırıldığı tam da burada bir anlam kazanıyor. Muhaliflerin bedensel ve zihinsel bütünlüklerinin kırılganlık gösterdiği bu tahakküm mekânları tıpkı soluma cihazlarına benziyor; insan sadece solumaya, hayatta kalmaya odaklanıyor.

Amerika’da sinirlerimizi geren, içimizi burkan siyahi George Floyd’un ırkçı bir polis tarafından öldürülme sahnesi, iktidarlığın kaba güce dayalı temsilini ve ırkçılığın beslediği beyazların o mutlak ben’ini en trajik bir şekilde açığa vuruyor. Türkiye’nin durumu da pek farklı değil. Siyasi farklılıkları kendine tehlike bilen, karşı görüşlere soluma hakkı tanımayan, onları kendi iktidarlık konumlarını riske atacak unsurlar olarak gören bir anlayıştır söz konusu. Nefes aldırmamakla, kıskıvrak ele geçirmekle istenmeyenlerin bedenine nasıl egemen olduklarının ve her istediklerinde nasıl egemen olacaklarının tatbikatına dönüşen o ölümcül sahne aynı zamanda değerini yitirmiş, eskiyen bir medeniyetin en bariz görüntüsüdür de. Çok defa gördük ve irkildik bu görüntüleri, Amerika’da, Türkiye’de ve dünyanın başka yerlerinde. Bugün medeniyet dediğimiz şey sömürü, kölelik, savaş ve vahşetin üzerine inşa edildiği ve varlıklı seçkinlerin yaşam hakkına sahip olduğu bir düzeni temsil ediyor. O zaman Antonio Gramsci’nin "yeni medeniyet" diye kapıya dayanan o yeni hümanizma anlayışının yeniden gözden geçirilme zamanıdır diye düşünmek lazım. İşte pandeminin ertesinde biriken insanlık sorunlarının üstesinden gelme teşebbüsünde bulunurken sorulması gereken tek soru: yeni bir medeniyete hazır mıyız? Sömürünün, ırkçılığın, militarizmin, dini bağnazlığın ve cinsiyet ayrımcılığının olmadığı, gerçek anlamda eşitlikçi, özgürlükçü ve liyakate dayalı yeni bir medeniyete? 

Yazarın Diğer Yazıları

Kadın ve eril tahakküm

Üçüncü bir yol düşünmeden, ille de iki yoldan birini seçmek durumunda kalmak yeni bir anlayış ortaya koyamamanın sıkıntısından kaynaklanır sanırım

İçimizdeki ceset mi cenin mi?

Hiçbir zaman olmadığı kadar içinde yaşadığımız şu doğanın dışarısı olan evlerimizi sorguluyoruz şimdi. Mobilyalar, eşyalar yaşantımızın birer uzvuna dönüşerek hiç aklımıza getirmediğimiz nesne ontolojisinin bir parçası kıldı bizi

Ne söylesen az; Oruç Aruoba için...

Şimdi, geriye çekilip bakıyorsundur yaşamının anlamına; beden olmayalı, kendinden öte bir yerden. Ne yer, yerdir, ne de beden, beden; tam da senin istediğin gibi, istediğin yerden...

"
"