Merhametli olmak adına değil de doğruluk ve etik değerler üzerinden orantılı bir öfke belirtisi sergilemek dururken, sefaletin resminden kahramanlar çıkarmaya çalışıyoruz. Ölümüne pasif direnişe güzelleme yapacak seviyede coşan insanların değil de ‘‘hiçbir şey ölmeye değmez’’ demeye dili varan aydınların olaya dikkat çekme arayışını daha samimi ve insancıl buluyorum. Tam da burada etik ve erdem ilişkisi bağlamında bir duruş sergilemenin ve bu duruş üzerinden de direnişin biçimini tartışmanın gerekliliğine işaret etmek lazım.
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın açlık grevi hayati sınırları zorlamaya başladı bile. Bu insanların hayatlarının tekrar dönmeye çalıştıkları işlerinden daha değerli olduğunu onlara birileri söylemesi lazım. Kendini bırakmak ve yenik düşmenin öznesine dönüşmeye çalışmak yerine, tüm laik çevreleri bir demokratik direniş platformu etrafında birleşmeye çağırmak daha ilerici bir kalkışma olmaz mıydı?
Koskoca Türkiye’de gerici kesimler bir bağış ekonomisi ve yandaş korumacılığı üzerinden güç pekiştirmesi yaparken aydınlanmanın neferi olmaya hazır insanların oluşturabileceği bir kurumsal yapı olamaz mı? Seminerlerin düzenlenebileceği alternatif derslikler, üretim merkezleri, atölyeler kurulamaz mı? Atatürk’ün portresini sosyal medyada paylaşmakla tatmin olmanın bir getirisi yoktur.
Kendilerini laik saflarda tanımlayan yatırımcı ve dayanışmaya katkı koyabilecek varlıklı insanların, aydınlığı sefalete terk etmeyi içine sindirebilmekten başka yapabileceği bir şey yok mu? Türkiye’nin şu tuhaf haline bakın; bir yanda kültürel yozlaşmanın önünü açan aydın kıyımı, diğer yandan da vur patlasın çal oynasın havaları. Evet hayat devam ediyor, etmeli de; ancak işin dört ucunu bırakarak ve bu geri dönüşü zor çöküşe seyirci kalarak değil.
Bir otokrat gibi yaşamın her seviyesine müdahale etme hakkına sahip tavırlar sergileyerek, laik kitleleri sindirmeye çalışan Erdoğan’a karşı derli toplu bir direniş sergilenemezse varoluşsal yetisini köreltmiş bir toplum yapısına teslim olmak yazgıdan da ötesidir. Dini muhafazakârlığı yüceltmeye çalışırken laik değerleri temsil eden ne varsa onlara karşı yıkıcı ve aşağılayıcı kalkışmalar sergilemek elbette ki OHAL siyasetinin iştahını kabarttığı gerici kesimlerin misyonuna dönüşecekti. Atatürk’ü itibarsızlaştırma ve aşağılama hamleleri işin bir parçası. Hiçbir karşı devrimci refleks kendiliğinden ve rastlantısal gelişmiyor. Peki şu hırçın gerici sosyolojik şekillenmenin oyun bozuculuğunu yapmak kimsenin aklına gelmiyor mu?
Gazeteciler hapse altılıyor sonra da falanca gazeteci şu kadar gün hala hapistedir diye sitem ediliyor. Onlar aslında tutsak alınmış aydınlanma emekçileridirler. İlerlemenin entelektüel enerjisini işlevsizleştirmek iktidar için bir sindirme stratejisine dönüşürken siyasi alanda muhalefet yapabilecek olan figürleri de hapse atarak etkisizleştiriyorlar. Yargıyı araçsallaştırarak ‘‘kapatma’’ üzerine inşa edilen bu stratejik saldırganlık Osmanlı’nın kendi şehzadelerine reva gördüğü ‘‘kafes hapsi’’ uygulamasını hatırlatıyor.
Diyeceğim o ki, bir başka muhalefet şekli mümkün. Ancak yeni bir dayanışma etiği ve erdem anlayışı gerekir... Bu arada, dileğim odur ki, hapsedilen diğer gazeteciler gibi suçu modern ve laik bir Türkiye hayal etmekten başka bir şey olmayan Oğuz Güven dostum bir an önce özgürlüğüne kavuşur...