Kalbime sekte vuran temmuz ayı geldiğinde şehirde tuhaf bir tenhalık baş gösterir. Aslında belki herkes yerinde durur, durur da ben artık kimselere varamaz olurum. Kimsem kalmayınca kendimle muhavereye başlarım. Eski defterleri açarım, hafızam canlanır ama aklımı kaybederim. Cenap'ın dediği gibi memat gelmemiş, ama hayat gitmiştir.
Böyleyken ne dünyayı kendi arzularıma göre düzenlemeye gayret edebilir ne de kendimi dünyaya ayak uydurmaya zorlayabilirim, o vakit öylece kalırım.
Öylece kaldım. Geceyle gündüz, arzla sema, rüyayla hakikat karıştı. Düzensiz atan kalbim bir sıkışıp bir ferahladı. Sokaktan çocuk teraneleri yükseliyordu. Pencereden başımı uzattım, çocuklardan biri ağlamaklı bir ses tonuyla galiz küfürler ediyordu. Diğerleri ona güldüler.
Telefon çaldı, arkadaşlar buluşmaya çağırıyorlardı. İşim olduğunu söyledim, hep bir işim olur. Hem eğlence meclislerinde yalnızlığın gölgesi dolaşır, o gölgeyle karşılaşmak istemiyorum.
Saate baktım, ama ancak saatin kendisini görebiliyordum, vakti gösteren rakamlar, işaretler, akrep, yelkovan hepsi kaybolmuş, zaman silinmişti. Kadranın içine doğru süzüldüm. Etraf karanlıktı, sadece "hiç" vardı, ama "hiç" var olur muydu ki? Ben varsam eğer, evetti bunun cevabı. Murakabe halindeki bir sofi gibi kendimi sezgilerime bırakarak Muvakkit'i aramaya başladım.
Hemen sonra onun sesini duydum: "Bana doğru gelmene gerek yok, ben senin geldiğin yerde olurum". "Ne demek istiyorsun?" diye sordum. "Hiç", dedi. "Anladım", diye cevap verdim, bir şey anladığım yoktu.
Nefesimin olmadığını, soluk alıp vermediğimi fark ettim, ama sanki bu bir mesele değilmiş gibiydi. Nasıl olup da başka her şey aynı kalırken nefesim kaybolabiliyordu acaba? Hafiflemiş ve katılaşmış bir haldeydim. Aklıma "son nefesini vermek" deyimi takıldı. Ama ölümden ziyade salahın kapısına varmıştım sanki.
Muvakkit sessiz ve hareketsizdi, benim halime ayak uyduruyordu. Öylece durduk, kaldık. Tam bir farkındalıkla aşırı bir kayıtsızlığın ortasında salınıyorduk. Ne kendimize ne diğerimize yönelik bir dikkatimiz yoktu, bundan dolayı da adeta bir durugörü içindeydik.
Muvakkit'in zihninin içinden süzülen şöyle bir cümle duydum: "Hayatında sadece acı varsa, hiç acı yoktur". Üstelik sormadan anladım ki, bununla acının fazlalığından kaynaklanan bir kayıtsızlık halini kastetmiyordu. Tuhaf bir fikir diye düşündüm, ama bir açıklama istemedim. Öylece kalmaya, salınmaya devam ettim. İfadeyi tersinden kursaydı, örneğin "Hayatında sadece zevk varsa, hiç zevk yoktur" deseydi, kabul etmek o kadar zor olmayacaktı sanki. Sonra, öylece kaldım ve yavaş yavaş ne demek istediğini anladım.
Muvakkit'in "hiç"le "mutlak"ı bu kadar kolaylıkla yan yana getirmesinden hem bir şaşkınlık hem de garip bir memnuniyet duymuştum. İtilmesine son verilen bir salıncağın salınımlarının kısalması gibi zihnimin yavaşlayıp durulmaya başladığını fark ettim. Kalbimin teklemesi dikkatimi bedenime yönlendirdi. "Fena oluyorum" diye mırıldanarak gözlerine bakıp yardım istedim. "Telaşlanma", diye cevap verdi, "sadece fani oluyorsun".
Derin bir nefes aldım.