Gecenin karanlığına baktığımda gördüğüm hiçbir şey yoktu. Yalnızca birisinin nefes alıp vermesine benzer bir ses. Buhar ya da duman gibi uçucu ve hızla şekil değiştirebilen belirsiz bir varlık, belki yalnızca bir hareket ya da başka âlemden gelip içimi uyaran bir duygu, hepsi o kadar.
Varlığını araştırmaya da çalışmadım hiç; varsa vardı, yoksa yok. Eğer varsa onun kim ya da ne olduğunu tahmin ediyordum zaten. Muvakkit’ti bu. Sessizlik ve sabırla kendi zamanını bekleyen, ağır başlı, gözlerden ırak kalmayı seven Muvakkit. Ne bir sözcük söyledim ne de onun varlığını fark ettiğimi gösteren bir şey yaptım. Aslında kendi varlığımı fark ettiğimi hatırlatan bir şey de yapmıyordum.
Muvakkit’in karanlığı, sessizliği ve yalnızlığı tercih ettiğini anladım. Var olmakla olmamak arasındaki belirsiz çizgide kalmak istiyordu. Onunla konuşmuyordum ama kendi zihnimin içinde onunla konuştuğum düşlemler kurmadan da edemiyordum. Ortada acılı bir hava vardı, birisi yaralıymış gibi. Tabii ruhsal bir yaraydı bu, kaybettiğimiz şey içimizden kaçan bir nefesti sanki. Ruhsal bir sızıntı canımızdan can eksiltiyordu.
Geceleri onun varlığını hissedebileceğim zamanı bekliyordum. Delilik vakti gelip gözlerim karanlıkta körleştiğinde diğer duyularım canlanıyordu. Muvakkit’le birbirimize karıştığımızı hayal ediyordum, o zaman bir parçam onunla birlikte gidebilirdi veya ben ondan bir parçayı dünyaya taşıyabilirdim. Başlangıçta bana belirsiz gibi gelen bu duygular ve düşlemler giderek zihnimin asıl meşgalesi haline gelmeye başladı. Sanki gündüzleri yalnızca geceye erişmek için vakit dolduruyordum.
Varlığını istediğimi (hatta fark ettiğimi) dışa vurmasam da Muvakkit’i hissedene dek gergin bir bekleyiş içinde oluyordum. Geldiğini hissettiğimde de görünüşte hiçbir işaret vermesem bile içimdeki gerginlik birden çözülüyor, sanki keskin bir sancı aniden diniyordu. Birlikte acı çekmeye başlamak için Muvakkit’in yolunu gözlemek ve aynı zamanda onun gelişinin bir sancıyı dindirdiğini söylemek tuhaf bir durum ama bunu anlatmaya kalkışmayacağım.
Birinin size ne zaman öleceğinizi söyleyebilecek olması gibi bir şeydi bu karşılaşmalar. Herhalde çoğu kişi bu soruyu sormamayı tercih eder ama bu soruyu sorabilme imkânının kaybolmasına da katlanamazdı. Muvakkit’e ne bir şey soruyor ne de bir şey söylüyordum, onun da sesi çıkmıyordu. Geceler böylece geçti. Giderek ben dünyadan, dünya benim zihnimden kaydı.
Zaman böyle geçerken, hiç öyle bir niyetim olmamasına, hatta mevcut sessizliği koruma konusunda kendime öğütler vermiş olmama karşın bir süredir onunla konuştuğumu fark ettim bir gece. Sonra da bunların alıştığım, bildiğim konuşmalar olmadığını, mesela ağzımın dilimin hareket etmesinin gerekmediğini anladım. Başlangıçtaki düşlemlerimde olduğu gibi ayrı olmamıza karşın iç içe geçmiş gibiydik de. Düşünmek ya da hissetmek konuşmaya neredeyse eşitti. Aklımdan geçenleri ve hissettiklerimi onun aklından geçenler ve onun hissettikleri yankılıyordu. Karıştığımızı anladım. Hem merak ettiklerimi bilebilecek ama hem de onun tarafından bilinmeyi kabullenecektim. Bilmek derken akla gelebilecek tüm bilme biçimlerini kastediyorum. Görmek, hissetmek, anlamak, sezmek, düşlerini izlemek, geçmişini hatırlamak… Tümü.
Onun bana bu yolla bir şeyler iletmesini bekliyorum, o düşünürse düşüneceğim, o düşlerse düşleyebileceğim; görürse görürüm, hissederse anlarım. Şimdilik bana ilettiği tek şey kendimi serbest bırakmaya çalışarak beklemek. Belki de ben ona beklemesini söylüyorumdur. Beklediğim şeyin ne olduğunu çok iyi biliyor ve hiç bilmiyorum. Bekledikçe, beklediğim şey olacağım ve ne beklediğimi göreceğim.