Rüyamda doldurulmuş bir hayvan gibi hareketsiz biçimde mihrap benzeri yarım daire nişin karşısındaydım. Gözlerimde camdan bilyeler var gibiydi ama görebiliyordum. Gördüklerim, belki gözlerimin yapısından dolayı sihirli küreye bakıldığında görülen görüntülere benziyordu. İçimde tellerden yapılma bir iskelet vardı galiba, tüm bunlar korkutucu gelmiyordu, ayrıca hayli hafiftim.
Bütün bu tuhaflıklara rağmen şaşılacak kadar kendimmişim gibi hissediyordum. Bu halde olmamın bir amacı varmış, bu sayede çok uzun süre bekleyebilir, açlık, yorgunluk, uykusuzluk hissetmez, ihtiyaç molasına ihtiyaç duymazmışım. Böylelikle asıl ihtiyacıma ulaşabilirmişim. Yalnızca ortamda bir ses ya da hareket olduğu zaman kayıt yapmaya başlayan aygıtlardakine benzer bir mekanizmayla “çalışıyormuşum”. Bu yüzden bir ses ya da hareket olmaksızın yüzyıllar geçse de bu zamanın bende bir kaydı yokmuş. Benim için zamanı var edebilecek bir tek şey varmış. Mihrap benzeri yerin sağındaki minber benzeri yükseltideki sayvanın altında arkalığı işlemeli bir sandalye duruyor. Orada Muvakkit belirecekmiş, onu bekliyormuşum.
Rüyada zaman eğilip bükülebilen, akışı içinden, ölçüsü kendinden, başına buyruk bir bud’ı mutlakmış. Belki kendisinden de mutlak, kendisinden de mücerret bir gücün yarattığı ya da harekete geçirdiği bir akışmış. Ben ne zamandır tahnit edilmiş, zamandan koparılmış olduğumu bilmiyorum. Kürenin yüzeyinde görüntüler eğilip bükülüyor, asıllarını hem temsil hem de tadil eden görüntüler camdan bilye gözlerimin çeperlerinde dolaşıyor.
Rüya dediğin iç dünyanın gerçeğidir ya da tersinden söylersen gerçek dediğin iç dünyanın rüyasıdır sonuçta. Bana bunları ayırt etmenin manasızlığını Muvakkit öğretmişti. Nereden baktığına göre rüya gerçek ya da gerçek rüya olabilirdi. Muvakkit ünlü bir feylesofun ağzından gerçeğin tanrının gördüğü bir rüyadan ibaret olduğunu söylemişti.
Zaman yaratılmak için beklerken ve ben hafif içim ve camdan gözlerimle duyularımdan yoksun ama duygularımı haiz olarak hareketsiz dururken, yalnızlığın bu en ezeli ve ebedi halinde doldurulmuş ve dondurulmuş olarak zaman dışılığın boşluğunda yuvarlanırken bir ses duyar gibi oldum. Aslında ses dışarıdan gelmiyormuş:
“Ettiler beni tahnit / Ben de oldum muannit / Zaman gerçi yok amma / Gelsen artık Muvakkit”. Kendi kendime rüyamda böyle söylüyordum ama kendi sesim de zamanı harekete geçirebiliyormuş. Sözlerimin hemen ardından minberde Muvakkit’in belirdiğini gördüm. “Elestü bi-Muvakkitüm?” diye sormasıyla birlikte zaman akmaya, ruhum yaratılmaya başlıyormuş. Ama teşbihin öğelerinin tamlığına rağmen fazladan bir öğenin varlığı, yani benim kendi sesimle zaten harekete geçmiş olmam teşbihi bozuyordu. Olsun, rüyayla gerçeğin tabi olduğu kurala mecazla hakiki de tabiydi. Muvakkit’in ilmine göre mecazi aşkla hakiki aşk arasında hiçbir fark yoktur.
“Evet” diye cevapladım Muvakkit’i, o minberin basamaklarından aşağı doğru inerken. Karşılaşmamızın şartlarını garip buldum birden. Yer tuhaftı, ben rüyadaydım, duyularım tarumar, vücudum varla yokun ortasında, ruhum zamanla oynadığı oyunun gölgesindeydi.
“Ezelden beri bekliyorum seni” dedim. Kaftan benzeri süslü giysisinin eteklerini topladı, “Ama ezel dediğin geçmişin ancak az önce yaratıldığını unutuyorsun” dedi, “zaman da tahnit edilebilir, içi boşaltılabilir ve böylece zaman kendisinin bir sureti haline gelir.” İçimi çektim, “Ben zamanı bilerek konuşmuyorum ki”, dedim, “bana nasıl geldiğini söylüyorum, yine çok beklemiş gibi hissettim, belki de hiç beklememişken”.
“Doğru”, dedi, “zamanı sana bildirecek olan benim.” Bir an daldı, gözlerime bakmaktan çekinircesine bakışlarını omzuma doğru sabitledi. Camdan gözlerimden utandım, onu zor duruma düşürüyormuşum, benim acizliğimden kendini mesul tutuyormuş gibi hissettim. Devam etti, “ Yılın bu günlerinde senin için vaktin nasıl donduğunu biliyorum” dedi. “Beni beklediğini, beni çok beklediğini biliyorum. Senin ezelden beri beklediğini ben ebede kadar geciktiriyorum, bunu da biliyorum.” Kollarını açtı, kucaklaşmak ister gibi elleriyle yaklaşmamı işaret etti. Hareket edebildiğimi fark ettim, ona doğru yürüdüm. Ama o anda da rüyadan çıktım, Muvakkit’le kucaklaşamadım.
Elbette bu zamansız, bu insafsız uyanmaya hemen itiraz ve isyan ettim ama yapacak bir şey yoktu. Dilim damağım kurumuştu, yataktan kalkmak için kendimi pek çok zorlayarak ayağa dikildim. Günlerden pazardı, bir arkadaşımın oğlunun kırlık alanda yapılacak sünnet düğününe gidecektim. Önceden hazır ettiğim yarım Cumhuriyet altınını cebime koyup yola düştüm. Aklımda hala rüya alemindeki yarım kavuşmanın yarattığı hayal kırıklığı vardı. Sünnet düğününün yapılacağı alana vardığımda bir köşenin rüyadakine benzer biçimde düzenlendiğini gördüm. Mermeri taklit edecek şekilde ambalaj köpüğünden yapılmış bir mihrap ve onun yanında sünnet çocuğunun oturması için yerden iki üç basamak yükseltilmiş olarak duran bir koltuk vardı. Aynı anda gördüklerimin bir kürenin yüzeyine yayılır gibi eğilip büzüldüklerini de fark edince aklım hemen bir rüya-yı sadıkada olduğum fikrine kaydı. Büyük bir umutla kendi kendime konuşmaya başladım, “Ettiler beni tahnit / Ben de oldum muannit / Zaman gerçi yok amma / Gelsen artık Muvakkit.” Etraftakiler birden donmuş ve doldurulmuş gibi bir hal alan vücudumun şekline, konuşmamın tuhaflığına ve bariz biçimde belli olan bir fevkaladelik bekliyor oluşuma bakarak bir sıcak çarpmasından mustarip olduğumu düşündüler. İki kişi kollarıma girdi, beni bir yere oturtup ağzıma bir bardak su dayadılar. Her şey çok garipti. Hangisi rüya hangisi gerçekti, nerede mecaz başlayıp nerede hakikat devreye giriyordu, nerede ne dediğim anlaşılıyor nerede saçmalıyordum? İçim mi boştu, dışarısı mı? Zaman mı doldurulmuş ve dondurulmuştu ben mi? Bunları ben de bilmiyorum. Bilmiyorum ben de bunları. Ben de bunları…
* Tıklayın - Türkay Demir: Muvakkit'le hasbihâl