Parkın toprak yolunda yürüyor, birkaç yüz metrelik parkuru bitirip yeni bir tura başlıyordum. Üç dört köpek güneşin tadını çıkararak tembel tembel yatıyor, kargalar telaşsız kısa uçuşlarla geziniyorlardı. Gencecik bir çift parktaki banklardan birinde yan yana oturuyordu, bir piknik sepetinden çıkardıkları yiyecek içeceği aralarına serdikleri kâğıdın üstüne dizmişler, keyifle sohbet ediyorlardı. Beş altı dakikada bir turu tamamlayıp önlerinden geçiyordum. Gülüşüyorlar, çiçeklenmiş dallar misali etrafa bir ferahlık yayıyorlardı. Birkaç tur sonra önce uzaktan yiyecek ve içeceklerin yerlere saçılmış olduğunu gördüm. Ardından, genç kızın çantasını toplayıp sinirli görünen arkadaşının peşinden koşturarak ona yetişmeye çalıştığını fark ettim.
Olan bitenin benimle ilgisi yoktu ama öyle hissetmedim; çocuklarının, sevdiklerinin mutluluğunu izlemekten hoşlanan ve bu mutluluk bozulduğunda üzülen biri gibi birden buz kestim. İçimden meselelerini çabucak halletmelerini, birbirlerini incitmemelerini diledim. Genç adamın önceki nazik ve sevgi dolu hâline geri dönmesini istedim.
Eve döndüğümde halen onları düşünüyordum biraz. Belki toparlamışlardır, belki değmez demişlerdir birbirimizi incitmeye. Aklıma binlerce yıl öncesindenmiş gibi bir anı geldi. Öğrenciydim, böyle güzel bir günde, Ortaköy'de sahil kenarında sevgilimle küçük bir alandaki çimlere uzanmıştık. Mutluydum, balıkçı teknelerine, martılara bakıyor, sevdiğime sarıldığımda herkes ve her şeyle kaynaşmış gibi hissediyordum. Bir müddet sonra yanımıza biz yaşlarda bir delikanlı geldi, bana doğru bir kâğıt uzattı. Büyükçe boy bir resim defterinden koparılmış kalın bir resim kâğıdıydı bu. Karakalem bir resim, bizi tasvir ediyordu. Delikanlı "Çok güzel görünüyorsunuz" deyip kâğıdı elime tutuşturduktan sonra gülümseyip arkasını döndü, sırtında çantası, sakin adımlarla uzaklaşmaya başladı. Şaşırdık, arkasından güç bela teşekkürlerimizi yetiştirebildik, dönüp gülümseyerek el salladı. Resim çok güzel çizilmişti, yanında defteri-kalemi çizimler yaptığına göre delikanlı herhalde resim bölümünde öğrenci olmalıydı. Çizdiği resimde ben dizlerimi kırmış, ellerimi dizkapaklarımın biraz altında kenetlemiş gülümsüyordum. Kız arkadaşım da başını omzuma doğru devirmiş, sanki etrafı daha iyi dinleyebilmek için gözlerini yummuştu. Bu belki de hayatımda aldığım en güzel hediyelerden biriydi. Bir başkasının, bir yabancının benim mutlu görünmemden keyif alabileceğini bilmiyordum galiba. Böyle bir insani duyguyla tanışmak içimi yıkadı, sanki beni değiştirdi.
Acaba bu anının aklıma gelmesi, ben de buna benzer bir şey yapsaydım diye düşündüğümden, bir suçluluk hissettiğimden miydi? Bilemiyorum, olağan halimde ben hâlâ o genç kadar doğallıkla, rahatlıkla (içimden geçse bile) böyle bir şey yapamam. Belki fazladan iyi ve rahat olduğum bir günde, ters tepmeyeceğini düşünürsem bir teşebbüste bulunabilirim.
Mutluluk hakkında düşündüm. Onların mutlu olmalarını istemiş, her ikisinin de üzüldüğünü görmekten rahatsız olmuştum. Belki çoktan barışmışlardı ya da ayrı kalarak daha iyi hissedeceklerine karar vermişlerdi de artık onların yerine ben taşıyordum üzüntülü ruh hâlini. Bu saçma fikir, yani üzüntülerini bana teslim edip yollarına devam etmeleri ihtimali bana çok yerinde göründü. Tam bu fikrin yarattığı gülümseme dudaklarımda belirmekteyken Muvakkiti fark ettim, yere, halının üstüne oturmuştu, dizlerini kırmış, ellerini dizkapaklarının hemen altında kavuşturmuştu. Resimdeki tasvirimi canlandırıyor, konuşmamıza gerek kalmaksızın anladığını anlatmanın bir yolunu buluyordu. Bir süre ikimiz de kendi zihinlerimizin içinde dolaştık.
"Belki de hayattan istenecek şey mutluluk değildir" dedi. "Bakma sen herkesin öyle söylemesine."
Gün boyu mutlu hissetmenin önemi aklımdaydı gerçekten. Temiz ve sağlıklı bir nefesten, akşam güneşinden, sevip sevilmekten gelebilecek mutlulukla ilgili şeyler düşünmüştüm. O da bunun farkındaydı.
"Nedir peki?" dedim, "Neymiş isteyeceğimiz daha mühim şey?"
Cevap vermedi. Belki sadece teselli için söylemişti bu sözleri, belki de benim düşünmemi istediği için. Öylece oturduk.
"Sevgilinle en az o zamanki kadar mutlu hissettiğin başka anların da olmuştur, neden özellikle o anı hatırladın acaba?" diye sordu bir zaman sonra.
Tuhaf bir soruydu, benim aklıma bile gelmezdi, ama söylediğinde dikkat çeken bir şey vardı gerçekten. Resim bölümü öğrencisi delikanlının hareketi beni daha mutlu kılmamıştı, başka bir şey hissettirmişti. Dünyadan biraz korkan bir gençtim, dünyaya karşı hırsım da vardı. Dünya olduğum gibi olmamın karşısındaymış gibi hissederdim, ben dünyanın olduğu gibi olmasının karşısındayken. Değerlerim ve fikirlerim aşırı bulunabilirdi, hizaya getirmek isterlerdi beni, boyun eğdirmeye çalışırlardı. Sevmeye ve sevgi talep etmeye de çekinirdim, sanki buna (nedense) hoş gözle bakılmazdı. Hatıramdaki mutlu anı başka mutlu anlardan ayırt eden şey, bu mutluluğun başka birinin hoşuna gitmesi, başka birinin bu mutluluğu selamlamasıydı. Daha mutlu değil, ama sevmekte daha az kaygılı, daha özgür hissetmekti anıyı benim için kıymetli kılan.
"Haklısın Muvakkit", dedim, "İşte oturuyoruz ikimiz, işte akşam, işte dünyanın ve içimizin buyurduğu mecburiyetler, işte vızır vızır dolaşan kurye motorları, işte bebek arabası, işte sönmüş basketbol topu, işte savrulan aklımız. İşte belki de özgürüz böyle oturmakta."
Bazen keyfi yerinde olduğunda konuştuklarımızı veciz hâle getirmeyi severdi. Kulağımda güzel bir seda bırakan şu sözleri söyledi:
"Hürriyet, mutluluğa takaddüm eder."