29 Haziran 2020

Fatih

15. yüzyılda yapılmış olanı 21. yüzyıl dünyasında yapmak zor iştir. İznik Konsili'ne ev sahipliği yapmış ve Orhan Camii’ne dönüştürülerek yazık edilmiş Ayasofya örneği gözden kaçmış olabilir. Trabzon’daki de öyle...

Sonunda yeniden bölündük. Bu defa da bizi bölen Fatih oldu. Fatih Sultan II. Mehmet... 2020 yılında. Hem de iki defa... Birincisi Ayasofya konusunda, ikincisi de Bellini... Birinci bölünme konusunun tarihi 6. yüzyıla kadar iniyor, ikincisi ise Rönesans’a kadar. Bölünmeye alıştık ya bir kere; dayanamayıp çağları aşıyor, 21. yüzyıla sığmaz taşıyoruz.

Bizans İmparatoru Justinianus tarafından MS 537’de inşa ettirilen Ayasofya’nın dünyanın en büyük yapısı olma özelliğiyle ve gökyüzünde asılı gibi duran devasa kubbesiyle mimarlık tarihini dönüştürdüğü kabul edilir. Bir kültürel devamlılık olarak 15. yüzyıldan itibaren Osmanlı cami mimarisine örnek olmuş; başta Koca Sinan olmak üzere nice mimar ve usta Süleymaniye Camii’nden Sultanahmet’e Şehzade Camii’nden Rüstem Paşa’ya ondan ilham almıştır.

İlahî Bilgelik anlamına gelen Ayasofya 1500 yıldır bir mimarlık şaheseri olarak dimdik ayakta. Üstelik de bizim bugün yaşamakta olduğumuz topraklarda. 

Üç İmparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul’umuzda...

Ne var ki, böyle bir tarihi ve kültürel mirasa sahip olduğumuz için sevinemiyor, böyle yüce bir ortak değer altında bile birleşemiyoruz. Tam tersine, Fatih yüzünden bir defa daha bölünüyoruz. Yok hayır, Ayasofya’yı o yaptırdığı için değil, İstanbul’u fethettiği için... 1453 yılında İstanbul’u fethettiği gün, beyaz atıyla Ayasofya’dan içeri girip fetih namazı kıldırdığı için, biz bugün, 1935’ten beri müze olarak hizmet veren bu Bizans dönemi şaheserinin camiye dönüştürülmesi meselesini tartışıyoruz.

Daha doğrusu tartışmıyoruz da, Ayasofya üzerinden dehşet bir fetih fetişizmine maruz bırakılıyoruz. Bunun olacağı çoktan belliydi zaten. Ayasofya daha ibadete açılması söz konusu olmadan çok öncesinde siyasete açılmıştı çünkü... Çok partili düzene geçilmesinden bu yana milliyetçi-mukaddesatçılarla laik kesim arasında hep kavga konusu olagelmişti. Son on yılda ise 29 Mayıs günlerinde Kültür Bakanlığı ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi himayelerinde fetih törenleri düzenlenerek ve gemilerin karadan yürütülerek Dolmabahçe’den Haliç’e indirilmesi canlandırılarak, coşkularına coşkular katılan bir kesim yaratıldı. Ekranlarda "İmparatorlukların Yükselişi" dizileriyle uyutularak "Diriliş"lerle uyandırıldı. Ve sonunda hayallerinde de olsa Ayasofya kapılarına dayandırıldı. Bugün artık "Ayasofya’da Kur’an da okunur; namaz da kılınır. Buna da aziz milletimiz karar verir" aşamasındayız.

Aziz milletimizin karar mercii olmadığı anlaşılan diğer kesimini temsil eden muhalefet ise, bunun o kadar da kolay olmadığını düşünüyor olmalı ki, "Buyrun açın. Alt tarafı bir kararnameye bakar" diyor. Ve böylece aslında "Hodri Meydan" demiş olduğunu varsayıyor. Öyle ya, 21. yüzyıldayız artık. Keşifler ve icatlar bitmese de, fetihler devri çoktan kapandı. Ortalıkta fethedilecek bir Bizans kalmadığı gibi, Ayasofya da UNESCO Dünya Kültür Mirası koruması altına alındı. 

Ne var ki, halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkede, Ortodoks Hıristiyanlığın gözbebeği Ayasofya’nın fetih objesi haline getirilmesi hiç de zor olmuyor. "Kılıç hakkı" gibi çağdışı kavramların boy göstermesi de... Ayasofya Müzesi’nden çan sesleri yükseldiği sanrısı içinde olanlar, ezan sesi duymak istediklerini haykırıyor. "Danıştay kararı olumsuz çıksa dahi, Ayasofya inşallah Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle açılır. Darbeyi önlemiş bu millet 15 Temmuz’da Ayasofya’da ibadet etmeye layıktır" diye kükreyen sesler ekranlarda yankılanıyor. Fetih ruhu alabildiğine kamçılanıyor.

Oysa bir küçük açmaz daha var. Ayasofya’nın mozaikleri sorunsalı. Bilindiği üzere, Ayasofya’yı Ayasofya yapan eşsiz kubbesi olduğu kadar benzersiz mozaikleridir de... Kutsal Kitap’tan hikâyelerin anlatıldığı bu mozaik panolarda Hazreti İsa ile Hazreti Meryem Vaftizci Yahya gibi Hıristiyan azizleriyle ve Bizans İmparator ve İmparatoriçeleriyle ile birlikte tasvir edilirler. Daha İmparator Kapısı’ndan girerken elinde Kitab-ı Mukaddes’le Hz. İsa tarafından karşılanır; Çıkış Kapısı’nda ortada Hz. Meryem, kucağında vaftiz işareti yapan çocuk İsa, sağında Doğu Roma’nın maketini kendisine sunan İmparator Konstantin, solunda ise Ayasofya’nın maketini sunan İmparator Justinianus tarafından uğurlanırsınız.

Bu mozaikler sadece Hıristiyan âlemine değil, bütün insanlığa aittirler.

Ayasofya’nın ibadete açılması, kaçınılmaz olarak bunların üstünün örtülmesini, yeniden sıvayla ya da badanayla kapatılmasını gündeme getirecektir. Ayasofya mimarlık ve sanat tarihi açısından iğdiş edilmeden, kubbesinde çocuğu Hz. İsa ile birlikte tasvir edilen Hz. Meryem’in sureti altında namaza duramazsınız. Kubbeyi taşıyan pandantifler üzerindeki altı kanatlı Hıristiyan Serafim meleklerinin freskleri altında secdeye varamazsınız.

Mozaiklere dokunmadan Ayasofya’yı ibadete açamazsınız. Mozaiklere dokununca Ayasofya’ya dokunmuş olursunuz.

15. yüzyılda yapılmış olanı 21. yüzyıl dünyasında yapmak zor iştir. İznik Konsili’ne ev sahipliği yapmış ve Orhan Camii’ne dönüştürülerek yazık edilmiş Ayasofya örneği gözden kaçmış olabilir. Trabzon’daki de öyle... Ama İstanbul hâlâ İstanbul’dur. Yedi tepesinden birinde yükselen Ayasofya’ ya dokunmak, çağdışı damgasını yemeyi göze almaktır. Bunun dünya kamuoyunun vicdanında Afganistan’da Buda heykellerini dinamitleyen Taliban ile Suriye’de Palmyra’yı tahrip eden İŞİD zihniyetini çağrıştırması işten bile değildir.

Ayasofya şimdi adıyla müsemma bir ilahî bilgelik içinde kendisi hakkında verilecek hükmü bekliyor. 

İkinci bölünme konusu da Bellini’nin Fatih tablosu. Ayasofya gibi yüzyıllardır İstanbul’da bulunduğu için değil, bu yıl ilk kez İstanbul’a getirileceği için...

Fatih Sultan Mehmet Osmanlılar ile Venedikliler arasında yıllarca süren savaşı sona erdiren barış anlaşmasından sonra Venedik ile güçlü siyasi ve kültürel ilişkiler kurar ve portresini yaptırmak üzere "iyi bir ressam" talebinde bulunur. Bunun üzerine iki yardımcısıyla birlikte İstanbul’a gönderilen Rönesans ressamı Gentile Bellini, bir tür kültür elçisi olarak kabul gördüğü 1479-1481 dönemi ve sonrasında Fatih’e ait yağlı boya üç portre ve onbeş bronz madalyona imza atar.

Bunlardan en ünlüsü Londra’da Victoria ve Albert Müzesi’nde sergilenen portresi olup, İstanbul’da tamamlandığı ve Sultan tarafından görülüp onaylandığı biliniyor. Diğeri Doha’daki Katar Ulusal Müzesi’nde bulunuyor.

Özel koleksiyondaki tek örnek olanı ise "Çift Portre" olarak biliniyor. Bunun diğer iki portreden farkı, Fatih’in karşısında henüz kim olduğu tam olarak saptanamamış bir genç adamla birlikte resmedilmiş olması. Londra’da yapılan müzayedede İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından satın alınmasıyla birlikte bizi bir kez daha bölen portre bu işte...

Hem de ne bölünme! Önce İstanbul’u elinde tutanlarla elinden kaçırmış bulunanlar bölünüyor. Sonra da birinciler kendi aralarında tebrik edenler ve israf diyenler olmak üzere tekrar bölünüyor. Müzayede satışını haber yapan ve fakat İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin aldığı anlaşılınca, bunu açıklamaktan korkanlardan, bu anlamlı kültürel kazanımı "siyasi bir gol" olarak ayakta alkışlayanlara kadar, bölünen bölünene... Bir başka elem konusu da, adı geçen Fatih olduğu için, ne olursa olsun, karşı çıkanlar...  

İşin en ilginci, bütün bu hengâme arasında Fatih’in bir Müslüman hükümdar olarak portresini yaptırarak suret tasvirini yasaklayan bir dogmayı kırmış olması, tabii ki gözden kaçırılıyor. Ve "Hem Ayasofya’nın ibadete açılmasına karşı çıkacaksın, hem de gidip Fatih portresi alacaksın " şeklindeki şahane argümanla konu yine gelip Ayasofya’ya dayandırılıyor.

Evet sonunda yeniden bölündük. Biz galiba bölündükçe çoğalıyor; çoğaldıkça bölünüyoruz. Ortak hiçbir değerde buluşamıyor ortak hiçbir değer için sevinemiyoruz.

Yazarın Diğer Yazıları

Yüreğimdesin Hrant Ahparig

Cansız bedeniyle gazetesinin kaldırımında yatarken 2007'den 1915'e uzanan bir köprü oluşturdu. Ve yaşarken anlatamadıklarını da anlatmayı sürdürdü bize

Ben adalıyım

Şimdi artık ada bir renginden daha yoksun; biraz daha solgun...

"Bir hayalim var"

Karanlığı karanlıkla kovamazsınız. Nefreti nefretle def edemezsiniz. Karanlıktan ancak ışık kurtarır sizi. Kötülükten ise sevgi..."