1967 yazı. ABD’nin Ohio Eyaleti’nin Cleveland şehri. Siyahlarla beyazlar arası gerginlik yine had safhada. AFS denilen öğrenci bursuyla orada okurken, yanında kaldığım ailenin babası hayatımın en unutulmaz doğum günü sürpriziyle ödüllendiriyor beni. Arabanın kapılarını içerden kilitleyerek siyahların yaşadığı mahallelerden birindeki bir kiliseye götürüyor. Ağzına kadar dolu kilisede ikimizden başka beyaz yok. Kadın erkek, genç ihtiyar herkes siyah. Piyanodaki müzik, ta kölelik döneminden kopup gelen ilâhiler ve şarkılar... Tüm sesler, nefesler ve çığlıklar... Devinen bedenlerin yakamozları... Her şey siyah.
En arka sırada yerimizi alıyoruz. Yanımdaki kadın koluma girerek elimi kavrıyor sımsıkı. Koca bedenine doğru çekiyor beni ve siyahî ezgilerin ritmine doğru usulca iterek bırakıyor. O büyülü esriklik halinin bir parçasıyım artık.
Bir zaman sonra kürsüde bir adam belirdiğinde "Amin!" sesleri kaplıyor ortalığı. Sonrası derin bir sessizlik. Ve "Kardeşlerim!" diye başlayan o tok ve etkili ses: "Karanlığı karanlıkla kovamazsınız. Nefreti nefretle def edemezsiniz. Karanlıktan ancak ışık kurtarır sizi. Kötülükten ise sevgi..."
Gözlerime inanamıyordum. Martin Luther King karşımda konuşuyordu. Daha doğrusu vaaz veriyordu. Sözleriyle yüreklere akıyor, zihinleri ele geçiriyordu. Karizma denen şeyin cisimleşmiş haliydi. Bedeni, dili ve ruhuyla kozmik bir ahenk içinde büyüyor, büyüyordu... İstese, oradaki topluluğu anında sokağa yönlendirir, mahalleleri ateşe verdirir, yağmalatabilirdi. Ama duaya çağırdı. "Amin!" fısıltıları ve şükür gözyaşları içinden geçirdiği konuşmasını bir barış meleği gibi tamamladı. Kürsüden indiğinde hepimizi değiştirmiş, dönüştürmüştü.
Bir yıl sonra vurdular onu. Güpegündüz. Grevdeki sağlık çalışanlarına destek için yürüdüğü Memphis’de. Kaldığı motelin balkonunda. Vurulduğunda Amerikan yurttaş hakları hareketinin kurucusu olarak bütün dünyanın tanıdığı bir aktivistti. En genç Nobel Barış Ödülü sahibiydi .
Dr. Martin Luther King Jr. sivil itaatsizlik felsefesini Gandhi’den devralmıştı. İlk kez Montgomery’de ayırımcılığa karşı başlattığı otobüs boykotlarıyla adını duyurdu. Siyahlar ayağa kalkmışlardı. Güney eyaletlerinde otobüslerde uygulanan ayırımcılık kaldırılana kadar da oturmadılar.
Irkçılığa karşı barışçı protesto gösterileri ve yürüyüşlerini Alabama’dan sonra Georgia’ya taşıdı. Siyahlar onunla birlikte yeniden yürümeyi öğrendiler.
1963’de yine uzun bir yürüyüş sonunda Washington’a gelindiğinde Lincoln Anıtı önünde toplanan yüz binlerce kişiye "Bir hayalim var" diye seslenecekti:
"Gün gelecek, bu ulus ayağa kalkacak ve kendi inancının değerlerine tam anlamıyla sahip çıkarak yaşayacak. Apaçık bir gerçek vardır ki, bütün insanlar eşit yaratılmıştır..."
Irkçılıkla mücadelede dönüm noktası oldu bu konuşma. Bir yıl sonra ABD Kongresi bütün vatandaşlara eşit haklar tanıyan yasayı kabul ederek ırkı, etnik kökeni nedeniyle ya da azınlık olduğu gerekçesiyle kişilere yönelik her türlü ayrımcılığı yasaklayacaktı.
"Bir hayalim var" demişti Martin Luther King, "Gün gelecek, dört küçük çocuğum derilerinin rengine göre değil, kişiliklerine göre değerlendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar".
Bu hayali de gerçek oldu. Irkçılığın yasaklanmasından bir yıl sonra Siyahlara seçme ve seçilme hakkı tanıyan yasa kabul edildi. 1965’de başlayan bu süreç Barack Obama adında Harvard’lı bir Siyahın yaklaşık yarım yüzyıl sonra ABD Başkanı seçilmesiyle taçlanacaktı.
Ama ülkedeki ırksal eşitsizlik son bulmadı. Adaletsizlik Siyahların yakasından düşmeyen bir illet, ayırımcılık kölelikten bu yana süregelen bir lânet gibi hortladı durdu. Siyahların mahalle bekçileri, emekli ya da üniformalı polisler tarafından döngüsel olarak şiddet görmeleri sıradanlaştı. Öldürülmeleri bile çoğunlukla cezasız kaldı, dosyalar kapatıldı. Irkçılık bazı eyaletlerde sistematik olarak uygulanır oldu. Dahası kurumsallaştı.
Şimdi Amerikan ırkçılık tarihinin sarkacında yeni bir ses yankılanıyor. Bir başka siyah adamın sesi Minneapolis’ten yükseliyor. Bedeninde Korona, cebinde sahte olduğu iddia edilen paradan başka bir şeyi olmayan bir siyah adamın iniltisi: "Nefes alamıyorum." Gözaltına alındıktan sonra elleri kelepçeli halde yüzükoyun yere yatırılan Georg Floyd’un ırkçı bir polisin dizi altında can çekişirken duyulan son sözleri...
İşte bu ses Siyahları yeniden ayağa kaldırdı. Sonra da ülkedeki Yerlileri, Hispanikleri, Asyalıları, Arapları, nefessiz bırakılmış Beyazları sokaklara döktü. Şimdi artık Amerika bütün renkleriyle yürüyor. Protesto gösterileri ellerinde "nefes alamıyorum" pankartları taşıyan milyonların gücüyle yeni bir harekete dönüşüyor. Katil polisin ve suç ortaklarının cezalandırılmasıyla yetinilmiyor artık. Şiddet aygıtına dönüşmüş polis teşkilâtında ve hukuksuzluğa göz yuman yargı sisteminde değişim ve reform talep ediliyor. Adalet isteniyor. "Siyahların hayatı değerlidir" hareketi Minnesota’dan başlayarak kuzeyden güneye dalga dalga tüm Amerika’ya yayılıyor. Dahası Avrupa kıtasına atlayarak, nefessiz göçmenlerin öncülüğündeki dayanışma gösterileriyle Fransa, Hollanda, İngiltere ve Almanya’yı kavurmaya başlıyor.
Georg Floyd’un son sözleri yükseldikçe büyüyor, büyüdükçe yükseliyor ve yukarıların bilinmezliğinde Martin Luther King’in vurulmadan önceki son sözleriyle buluşuyor:
"İsyan son tahlilde sesini duyuramayanların dilidir. Adaletin gereği yapılmadığı sürece, adalet geciktirildiği sürece sokaklarda bu şiddeti, bu isyanı görmeye devam edeceğiz."