10 Mayıs 2020

Canım annem

Ölüm korkusu dayanınca kapımıza, içerde donduk kaldık. Çocukken yaramazlık edip seni bunalttığımızda bize oynattığın tıp oyunu gibi oldu hayat

Canım annem,

Çok zaman oldu sen gideli. İlk kez yazıyorum sana. Daha önceleri de yazmak istediğim zamanlar oldu tabii. Ama erteledim hep. Bugün ise içimden gelen hiçbir şeyi ileri bir tarihe atmak istemiyorum artık. Zamana güvenim azaldı çünkü...

Hatırlar mısın, günlerden bir gün, çağla yeni çıkmıştı hani,  yine evin balkonunda konuşuyorduk oradan buradan. Uzun uzun dalıp gitmiş, sonra da çağla rengi  gözlerini karşıdaki kestane ağacından hiç ayırmadan, ‘Biliyor musun?’ deyivermiştin, ‘sen kaçakken kendimi bazen o kadar çaresiz  hissederdim ki, adanın tepelerine vurup ormanlara dalar ve oradaki ağaçlara bağırırdım adını’.  Damdan düşer gibi söyleyivermiştin bunu da.  Hani, akşama köfteyle patatesin yanına bir de zeytinyağlı yapsam mı, der gibi...  Nasıl yani anne?

Nasıl?

Öyle işte... Yurt dışındaydın. Senden haber alamıyorduk. Okul arkadaşlarının yakalandığını okuyorduk gazetelerde. İşkence haberleri geliyordu kulağımıza. Kimselerle konuşamıyorduk. Kötü zamanlardı... Önümüzü göremiyorduk ki, sana kavuşacağım günü düşüneyim, hayalini kurayım. Ben de ağaçlara koşuyordum işte...

Nasıl yani anne? Nasıl oluyor da şimdi anlatıyorsun bunları bana? Aradan geçen bunca yıl sonra? O zaman gözlerimin içine bakmış ve ‘Ahh canım benim’ demiştin, ‘Harala gürele koşturmaktan vaktimiz oldu mu ki bunları konuşmaya?

Ne çok koşturduk değil mi canım annem?  Sen varken de koşturduk. Gittikten sonra da... Senden sonra da darbelere sahne olmayı sürdürdü ülkemiz. Moderni post-moderni. Hatta e-muhtıra diye adlandırılanı. Askeri olanı sivil gibi duranı...

İyi zamanlar kötü zamanları, kötü zamanlar iyi zamanları kovaladı. Ve biz yine koştururken, kendimizi yine yurt dışında bulduk. Yine bir nevi sürgünde  yani...  Sonuçta zorunlu ya da gönüllü olsun, çok da fark etmiyor, biliyor musun? Ülkenden uzun süre ayrı düşmeye gör,  girip içinde uç veriyor bu sürgün duygusu. Doğduğun şehrinden, didinip kurduğun yuvandan, seni sen yapan dilinden, galiba en çok da sevdiklerinden uzağa savrulunca, ayağının altındaki zemin de kayıp gidiyor sanki.

İşte ayakta durmak bile güçken biz yine de koşturmayı sürdürdük.

Yaşımıza başımıza bakmadan şehirden şehre, ülkeden ülkeye koştuk durduk.  Durursak düşeriz korkusuyla belki de...

Sonra bir gün birden bire sahiden durduk. Yalnız biz değil herkes durdu. Her şey durdu. Bir minnacık virüs koca dünyayı durdurdu.

Ve inanmayacaksın ama yeniden sürgüne yollandık. Siyasetin değil de yaşın dayattığı bir sürgün oldu bu defaki. Bize yaşlı olduğumuzu söylediler ve eve kapattılar. Kötülük olsun diye değil iyilik olsun diye bu defa. Virüse yakalanmayalım diye... Çünkü yakalayınca öldüren bir virüs bu. En çok da yaşlılarla göçmenleri...

Ölüm korkusu dayanınca kapımıza, içerde donduk kaldık. Çocukken yaramazlık edip seni bunalttığımızda bize oynattığın tıp oyunu gibi oldu hayat.

Mekân sabitlenince zaman da durdu sanki. Günler birbirinin aynı oldu. Pazartesiyi salıdan çarşambayı perşembeden ayıramaz olduk. Şimdiki zaman durdu da geniş zaman kanatlandı uçuyor sanki. Hafta sonuna ne zaman geldik, Mart ne zaman Mayısa sıçradı, kış ne zaman bahara döndü, anlayamadan aktı gitti.

Zaman dayatmıyor kendini artık bize. Talepkâr ve buyurgan değil eskisi gibi. Bir şeylere yetişememe derdimiz yok. Neredeyse doğanın ritminde yaşar olduk. Telaşsız bir dinginlik içinde... Her şey bu kadar belirsizleşince, gelecek iyice uzağa düştü. Hayallerimizle yakalanamayacak kadar uzağa... Tek yapabildiğimiz geçmişe sığınmak. Hatırlamak.

Bugün en çok seni hatırlıyorum canım annem. Harala gürele koşturmaktan konuşmaya vakit bulamadığımız her şeyi... Sen ağaçlara koşmuşsun ya adımı haykırmaya, ben papatyalara fısıldıyorum seni...

Yazarın Diğer Yazıları

Yüreğimdesin Hrant Ahparig

Cansız bedeniyle gazetesinin kaldırımında yatarken 2007'den 1915'e uzanan bir köprü oluşturdu. Ve yaşarken anlatamadıklarını da anlatmayı sürdürdü bize

Fatih

15. yüzyılda yapılmış olanı 21. yüzyıl dünyasında yapmak zor iştir. İznik Konsili'ne ev sahipliği yapmış ve Orhan Camii’ne dönüştürülerek yazık edilmiş Ayasofya örneği gözden kaçmış olabilir. Trabzon’daki de öyle...

Ben adalıyım

Şimdi artık ada bir renginden daha yoksun; biraz daha solgun...

"
"