02 Aralık 2019
T24 yazarlarından gazeteci Barbaros Şansal Londra gezisinde karşılaştığı Türkiyeli vatandaşlarının çoğunun ülkeye dönmek için demokrasiyi beklediklerini yazmaktadır. Sayın Şansal muhataplarına bekledikleri demokrasinin ne zaman geleceğini, bu demokrasiyi kimin ya da kimlerin kuracağını sormadığı için İngiltere'de mahsur kalan vatandaşlarımızın düşüncelerini bilmek olanaksız. Ama AKP ve Erdoğan'dan hiçbir beklentileri olmadığı kesin. Onları sürgünde yaşamaya mahkum eden bugünkü iktidar olduğuna göre, dönüş için şart koştukları demokrasinin başka bir parti tarafından kurulacağını beklediklerini düşünmemiz gerçekçi olur. Konuşmacıların her birinin kendisine göre bir düşüncesi vardır mutlaka! Ama ne düşündüklerini tahmin etmeye ve bu tahmin üzerine genelleme yaparak bir hüküm bina etmeye hakkımız yok. Ortalık yerde özgürlükçü bir demokrasi için mücadele eden bir siyasal güç de görünmüyor. Ama bunun hayali var. Tıpkı, var olmayan ve hiçbir zaman gelmeyecek olan GODO'yu bekleyen Samuel Beckett'in kahramanları gibi Türkiye'de de herkes demokrasi bekliyor. Türkiye'de (HDP dışında) ne özgürlükçü, çağdaş bir demokrasi kurmayı amaçlayan ne de bunun için mücadele eden örgütlü bir faaliyet var. Neden HDP bu genel eğilimin dışında… Çünkü demokrasi HDP'nin varlık nedenidir. Öte yandan HDP Türkiye demokrasi hareketinin örgütlü tek öznesidir. Başka bir deyimle HDP olmadan demokrasi olmaz. Diğer partiler ise HDP'nin öngördüğü özgürlükçü, çoğulcu, katılımcı ve çok kültürlü evrensel demokrasiyi reddetmekte. HDP'nin temel amacı Erdoğan'ı devirmek değil (bu HDP için tali bir sorundur) en gelişmiş biçimiyle özgürlükçü demokrasiyi kurmaktır. Diğer partiler ise Erdoğan'ı düşürmek ve onun yerine geçmek için siyaset yapmaktadırlar. Demokrasiyi özümseyen bir özne oluşturma çabaları da yoktur. Statükoyu korumakta ve tabanlarının demokrasi mücadelesinde nesne olarak kalmasını yeğlemektedirler.
Sürgündeki vatandaşlar Türkiye'de Batı tipi gelişmiş bir demokrasinin kurulmasını beklerken AKP hükümeti, demokrasi getirmek bir yana, savaş politikası izlemekte ve rejimi daha da sertleştirmektedir. Suriye'de başlatılan askeri harekât genişleyerek kalıcılaşıyor. Günden güne bozulan ekonomi, seferberlik ve savaş giderlerinin getirdiği ek yükle kontrolden çıkmakta. Enflasyon denetlenemez bir süratle yükselmekte, işsizlik artmaktadır. Yeni yatırımlar yapılamıyor, İç ve dış borç taksitlerinin karşılanması zorlaşmış, ek çare aranıyor. Tüketime bağlı dolaylı vergilerin kısa aralıklarla ve yüksek oranlarda arttırılması hem çare olmakta yetersiz kalmakta, hem de geçim sıkıntısı çeken halk yığınları için yaşamı cehenneme çevirmektedir. Rejim için tek çıkış yolu baskıyı arttırmak ve polis gücüyle korku devleti düzenine geçmektir. Hükümet de bu yolu seçmiştir. İktidarın, ordunun mekanize birliklerini hareket halinde tutarak, güvenlikli bölge için savaş ortamını canlı tutmasının bir nedeni baskıya dayalı korku rejimini meşrulaştırmak ise diğeri de devletin bekası gerekçesiyle bu rejime süreklilik kazandırmaktır. Baskı ve korku rejimine işlerlik kazandırma görevi İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'ya verilmiştir. Türkiye'nin hiçbir yerinde ve hiçbir gerekçeyle toplu gösteri yürüyüşü, kapalı salon toplantısı yapmak ya da basın açıklamasında bulunmak mümkün değil. Kadın hakları, öğrenci talepleri, çevre sorunları, kaybolan çocuklarının akıbetini soran annelerin eylemi vb. konuları kamusal alana getirmek yasaktır. Öz olarak anayasal bir hak olan toplantı ve gösteri yürüyüşü korku devletinin görevli bakanı tarafından hak olmaktan çıkarılmıştır. Aksine davrananlar Soylu'nun talimatı ile polis tarafından sarılmakta ve dağılmaları ihtar edilmektedir. Direnenler ya göz yaşartıcı gazla dağıtılmakta ya da gözaltına alınmaktadırlar. Gözaltına alınanlar toplantı ve gösteri yürüyüşü kanununa muhalefet ya da güvenlik güçlerine mukavemet vb, suçlamalarla aylar, hatta senelerce cezaevinde tutulabilmektedir. Korku devletinin bu genel geçer suçlamalarının yanında henüz ülke çapında yaygınlaşmamış, ama Doğu illerinde denenmekte olan akıl dışı sahte delillere dayalı suçlamalarla görevden alınmalar ve uzun süreli tutuklamalar yapılmaktadır. Sıkça başvurulanlardan biri gizli tanıklık kurumudur. Devletin koruması altında görevli gizli tanıklar yanında kimi eski mahkumlar ya da yargılanmakta olan terör suçluları da gizli tanık olarak kullanılmaktadır. Bunlar, korku devletinin tasfiye etmek istediği vatandaşlar aleyhine önceden hazırlanan suçlamaları yineleyerek gizli tanıklık yapmakta ve tutuklanmalarını sağlanmaktadır. Gizli tanıkların hüviyetleri de gizlidir. Mahkemede ve sanık huzurunda ifade verme ve sorgulanma yükümlülükleri yoktur. Hukuka bağlı çağdaş toplumlarda bu tür uygulamalar suçtur ve devlet kavramı içinde yeri yoktur. Terör suçlularının cezasızlık karşılığı gizli tanık olarak kullanılması son zamanlarda sıklık kazanmıştır. Örneğin 31 Mart'ta yüzde 72 oyla Diyarbakır Büyük Şehir Belediye Başkanı seçilen Dr. Op. Adnan Selçuk Mızraklı tutuklu bir teröristin gizli tanıklığı ile görevden alınmış ve gözaltına alınarak tutuklanmıştır. Gizli tanık kullanılması toplumu hukuk içinde yönetemeyen totaliter ve faşist rejimlerin başvurdukları çağ dışı ve gayri ahlaki bir uygulamadır. Önce Doğu'da başlayan ve giderek yaygınlaşan gizli tanık kullanımı korku devleti oluşturan AKP'nin kullandığı tehlikeli bir silahtır. Aynı zamanda onun da sonunu getirecek bir mezar kazıcıdır.
AKP iktidarının çok sık kullandığı bir diğer korku silahı da anti-terör kanunundaki her türlü düşünceyi mahkum etmeye elverişli hükümlerdir. Üç ayrı cezalandırma kademesi oluşturan bu hükümler özetle şöyledir: a) Terör örgütü üyesi olmadığı halde terör örgütüne yarar sağlayacak sözlü ve yazılı beyanda bulunmak, b) Terör örgütü üyesi olmamakla birlikte yaptığı sözlü ve yazılı açıklamalarla örgütle dayanışma içinde ya da iltisaklı olduğu anlaşılan kişiler, c) Sözlü ve yazılı açıklamalarından terör örgütüne üye olduğu anlaşılanlar, ilgili kademenin kanundaki karşılığı olan ağır ceza ile cezalandırılır.
Kanunun öngördüğü bu suçların çerçevesi yoktur. Tamamen öznel takdire bırakılan tanımlardır. Soruşturma ya da kovuşturma açmakla yükümlü merci istediği herhangi bir düşünceyi bu hükümlerden birinin çerçevesi içinde görmesi ve ilgili şahsın mahkûmiyetiyle sonuçlanabilecek yargısal süreci başlatabilmesi mümkündür. Pek çok gazeteci, yazar ve muhabirin yazdıkları bir yazı ya da ulaştıkları bir haberin yazılı metninde iyi niyetle kullandıkları herhangi bir ifade nedeniyle yargılandıklarını ve cezalandırıldıklarını bilmeyen yoktur. Korku devletinin kurucu ve yürütücüsü olan AKP ve onun genel başkanı Sayın Erdoğan, özellikle 7 Haziran seçimlerinden sonra HDP'yi hedef tahtasına koymuşlardır. Seçim kampanyalarında, mecliste ve resmi toplantılarda HDP kriminalize edilerek dışlanmaktadır. Partinin milletvekilleri, yönetici ve üyeleri kitleler halinde tutuklanmakta ve HDP soyutlanarak siyasal yaşamdan atılmak istenmektedir. Korku devleti politikasının yürütücüsü Süleyman Soylu zamanının büyük bir bölümünü HDP milletvekilleri ile partinin çeşitli kademelerinde görevli yöneticilerini, hatta tabandaki üyelerini siyasal etkinlikten alıkoymaya hasretmiştir. Parti mensuplarının, alelade konuşmalarında bile suç unsuru aramakta ve anti-terör kanunundaki elastikî hükümlerden yararlanarak onları gözaltına aldırtmak ya da tutuklatarak aylar ve yıllar boyu cezaevlerine kapatmak isteğinde olduğunu bilmeyen yoktur. Son bir yılda yalnız Diyarbakır'da 5.500 kişi gözaltına alınmış ve 937 kişi tutuklanmıştır. Bugün cezaevlerinde 10 bin civarında HDP'linin tutuklu olduğu tahmin edilmektedir. Yüksek oranlarda oy alarak seçilen belediye başkanları Süleyman Soylu'nun emri ile görevden alınmakta ve yerlerine bürokrat kayyımlar atanmaktadır. Belediye meclisleri ya dağıtılmakta ya da işlevsiz bırakılmaktadır. Bugüne kadar üçü büyükşehir başkanı olmak üzere HDP'li 24 belediye başkanı görevden alınmış, yerlerine kayyım atanmıştır. AKP iktidarı, Süleyman Soylu vasıtasıyla başlattığı seçilmiş makamlara kayyım atama usulünü giderek yaygınlaştırmakta ve toplumu seçimsiz tek parti iktidarına doğru sürüklemektedir. İlk denemeler tepkisiz kaldı, HDP dışında hiçbir partiden itiraz gelmedi. Oysa hukuk dışı eylem ve edimlere karşı, hedef kim olursa olsun, demokrasiden yana olan her partinin ve her kuruluşun anında tepki göstermesi ve yapılan işlemin geri alınmasını için çaba göstermesi gerekir. Aksi halde, sessizce tasvip gören demokrasi dışı eylemler temadi ederek ülkeyi kaçınılmaz bir sona, yani faşizme götürür.
Menfur 15 Temmuz Darbesi, AKP'nin inşa ettiği korku devleti icraatının toplumun her alanına yayılarak genelleşmesi için bir vesile olarak kullanıldı. FETÖ'cü darbeden hemen sonra salt darbecileri yakalamak ve toplumu huzura kavuşturmak amacıyla Olağanüstü Hal (OHAL) ilan edildi. OHAL'in sadece FETÖ yanlılarını ve darbecileri temizlemesi gerekirken uygulama bütün topluma yöneldi. Darbeyle ve FETÖ örgütü ile uzaktan yakından ilgisi olmayan on binlerce öğretmen, üniversite hocası, gelecekteki Türkiye'nin mimarı genç akademisyenler, yazarlar, hukukçular, iş insanları Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) çoğu gözaltına alınarak, bir bölümü de gözaltına alınmadan yapmakta oldukları görevlerine son verildi. Pasaportlarına el konuldu, eski görevlerine dönmeleri engellediği gibi, başka bir işte çalışmalarına da izin verilmedi. Yüzbinlerce insan yaşamını sürdüremez, ailesini geçindiremez duruma düşürüldü. Sonra da KHK'ların kanunlaştırılması ile büsbütün hayattan koparılan bu insanlar kendi kaderleriyle baş başa bırakıldı. Yakınmalar üzerine kurulan inceleme komisyonu mağdurların ancak yüzde birine dönüş izni verdi. Haklarında hiçbir suçlama ya da mahkeme kararı olmadan çalışma ve yaşama hakları gasp edilen KHK mağdurları varlıklarıyla AKP'nin üstün gücüne tanıklık etmekte ve toplumun tümüne yaşamak için bu güce itaat etmekten başka yol olmadığını dolaylı olarak anlatmaktadır. AKP'nin oluşturduğu bu tedhiş ortamında demokrasinin gelmesini ve adil bir hukuk düzeninin kurulmasını beklemek bir hayaldir. Aksine, rejim günden güne sertleşmekte, rakip konumdaki partilerin tasfiye süreci işletilmekte ve toplum tek partinin egemen olduğu parti-devlet birliği iktidarına (faşizm) doğru sürüklenmektedir.
Türkiye'nin ikinci büyük partisi CHP aynı zamanda ana muhalefet görevi yapmakta… İktidardaki AKP, tabandaki gücüne ve 17 yıldan beri aralıksız iktidarda olmanın sağladığı aşırı güvenle hukuk dışı otoriter bir rejim kurmakta pervasızca ilerlemektedir. Keyfi yönetimden, baskı ve adaletsizliklerden bizar olan halk giderek AKP'den uzaklaşmakta ve parti eski güvenini kaybetmektedir. Artık AKP toplum için bir umut olmaktan çıkmıştır. Peki; birey olarak kendisinin, ailesinin ve toplumun geleceğini yetkin bir demokraside görenlere kim umut olacak ya da bunların makûs talihini kim değiştirecek?
CHP'nin demokrasi bekleyenler için bir umut olacağına ihtimal vermiyorum. Çünkü CHP milliyetçi bir parti olarak kuruldu ve milliyetçilik onun olmazsa olmazıdır. Toplumun tümünü tatmin edecek çoğulcu bir demokrasiyi inşa etmesi mümkün değildir. CHP'nin kurucusu Mustafa Kemal'in geliştirdiği ve Kemalizm olarak anılan ilkeler özünde Türk milliyetçiliğinin ana öğeleri ile merkeziyetçi devletçiliktir. Bunlar sırasıyla 1-Türk Tarih Tezi, 2-Güneş Dil Teorisi ve 3-Devlet Laikliği ve 4-Güçler birliğine dayalı merkeziyetçi devletçiliktir. CHP tek parti iktidarında olduğu gibi dün de bugün de milliyetçiliğe dayalı bir devlet politikası izlemiştir. Ama milliyetçilik deyimi ırkçılığı da çağrıştırdığı için CHP yöneticileri onun yerine ulusalcılık deyimini kullanmayı yeğlemişlerdir. Ulusalcılık sözcük olarak daha yumuşak bir ifade olsa da CHP pratiğindeki şoven milliyetçiği gizlemeye yetmiyor. CHP açısından Türkiye'de yaşamak için ya Türk olmak ya da Türkleşmek partinin olmazsa olmazıdır. CHP, AKP iktidarının ikinci yarısından itibaren katı devlet laikçiliğini belli ölçülerde yumuşatmış olmakla birlikte toplumdaki farklı etnik unsurların varlığını reddetmekte direniyor. Politik amaçlarla yapılan kimi açıklamalarda farklı etnik topluluklardan, özellikle de Kürtlerden söz etmiş olsalar da CHP siyasetinde her zaman açık ya da örtülü biçimde belirleyici olan inkârcılık olmuştur. Türkiye toplumunu oluşturan farklı etnik toplulukların haklarını tanımak bir yana varlıklarını dahi kabul etmeyen bir partinin çağdaş, özgürlükçü, çoğulcu ve eşit haklı vatandaşlık temelinde hukuka dayalı bir demokrasiyi inşa etmesini beklemek gerçekçi olmaz.
CHP tarihinde kayda geçilmesi gereken önemli ideolojik yaklaşımlardan biri de Ortanın Solu kararıdır. 1965'te 15 milletvekili ile meclise girmeyi başaran Sosyalist Türkiye İşçi Partisi'nin parlamento çalışmaları toplumda olumlu yankı yapmış ve aydın çevrelerde büyük ilgi görmüştü. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü TİP'in gelişmesinden ve partisinin aydın desteğini kaybetmesinden endişeye kapılmıştı. Bu nedenle de hem TİP'i örtülü biçimde dışlamak, hem de CHP'nin sol eğilimli aydınlar için daha güvenli bir liman olduğunu belirtmek ihtiyacını duymuştu. 1965'te şöyle bir açıklama yaptı: "CHP 40 yıldır ortanın solunda siyaset yapıyor." Bu açıklamadan sonra CHP'de Ecevit'in öncülük ettiği 'ortanın solu' hareketi başladı. Ecevit ortanın solu deyiminin evrensel karşılığının sosyal demokrasi olduğunu ve CHP'nin de sosyal demokrat bir parti olduğunu açıkladı. Bu sözel değişimi ustaca kullanan Ecevit'in izlediği siyaset sayesinde, değişimi izleyen ilk seçimde CHP mecliste birinci parti ve kendisi de başbakan oldu. Sonraki süreçte Demirel'e hitaben yaptığı bir konuşmada "Biz kendi solumuza, siz de kendi sağınıza duvar çekersek Türkiye'de siyasal yaşam normalleşir."demek suretiyle Ortanın Solu politikasının gerçek amacının TİP'i dışlamak olduğunu açık bir dille anlatmış oluyordu. CHP'liler sosyal demokrasinin ne olduğunu öğrenmeden ve temel ilkelerini benimseyip özümsemeden sosyal demokrat olduklarını kabul ve ilan ettiler. Bugün de "CHP sosyal demokrat" tanımlamasını ısrarla sürdürmektedirler. Bu yaklaşım tarzı ile CHP hem Türkiye'de özgürlükçü çağdaş, çoğulcu ve gelişmiş bir demokrasinin kurulmasını, hem de gerçek bir sosyal demokrat siyasetin gelişmesini önlemektedir. El hak! Başarılı da oluyor. Demokrasi talebinde bulunanlara; "İşte CHP!", sosyalist mücadele içinde olan solculara da "Siyasette maceracılık olmaz, sosyalizm için mücadelenin yeri de CHP'dir"diyorlar. 1960-80 döneminin solcu aydınlarının önemli bir bölümü daha güvenli gördükleri için CHP'ye katılmışlardır. Bugün de demokrasi için mücadele eden aydın gruplarının arasına katılan kimi CHP üyeleri partilerinin ileri bir demokrasi için yetersiz olduğunu kabul etmekle birlikte, halen ondan daha etkili ve örgütlü bir güç olmadığı için CHP'ye katılmanın bir zorunluluk olduğuna pek çok kimseyi ikna edebilmektedirler. Böylece bir "demokrasi cephesi" oluşturmanın güçlüğünü bilen konformist aydınları CHP'ye imale etmek pek zor olmuyor. Ama Türkiye'de de hiçbir zaman gerçek bir demokrasi kurulamıyor.
CHP'nin yakın dönemde izlediği kimi politikalar bile bu partinin çoğulcu özgürlükçü bir demokrasi için umut verici olmadığını göstermektedir. Yakın tarihimizde yaşanan kimi önemli siyasal olaylarda CHP'nin aldığı ya da katıldığı kararlardan birkaç örnek vermek suretiyle onun demokrasi anlayışının çağın gelişmiş, özgürlükçü, insan haklarına saygılı ve barışçı demokrasi anlayışı ile hiçbir benzerliğinin olmadığını göstermeye yeterlidir:
* Tansu Çiller'in başbakan olduğu hükümetlerde Türkiye'de pek çok faili meçhul cinayet işlendi. Örneğin 1995 sonu itibariyle Diyarbakır DGM Başsavcılığına intikal eden toplam faili meçhul dosya sayısı 11.699'dur. 1995 yılına ait bir yıllık bilanço daha korkunçtur. Diyarbakır DGM'ye 1.900, Malatya DGM'ye 879 ve Erzincan DGM'ye 675 yeni faili meçhul dosya intikal etmiştir (Cumhuriyet, 11. 02. 1997). Tüm bu cinayetlerin işlendiği yıllarda CHP ve öncülleri Çillerin koalisyon hükümetlerinde görev almışlardır. Genel başkanları başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanı olan bu hükümetlerde görevli hiçbir bakan devlet adına işlenen bu cinayetleri kimlerin ve niçin organize ettiklerini sormamış, engelleyici bir tavır almamıştır. Oysa bakanlar kurulunda sorumluluk müşterektir. Sosyal demokrat CHP ve öncülleri on binlerce vatandaşın katledilmesine, üç bin köy ve mezranın yakılıp yıkılmasına onay vermişlerdir.
* Tansu Çiller hükümetlerinden birinde muhtemelen SODEP milletvekili Mümtaz Soysal Dışişleri Bakanı'ydı. Bazı Kürt siyasetçilerin Kürtlere özgü kimi demokratik hak ve talepleri dile getirdiklerinde onlara mealen şöyle bir karşılık veriyor: "Kimi Kürtler etnik haklar peşindedir. Bu hayallerden vazgeçmeleri kendi menfaatlerinedir. Kürt sorunun çözümü için gerekirse Irak'taki Türkmenlerle Türkiye'deki Kürtler mübadele edilebilir". Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Yunanistan'daki Türklerle Türkiye'deki Rumlar arasında yapılan mübadelenin her iki halka ne büyük acılar yaşattığını sosyal demokrat Mümtaz Soysal çok iyi biliyordu. Böyle bir önerinin ancak zalimce bir düşüncenin ürünü olduğunu da takdir edecek bilgiye sahipti. Ama Prof. Soysal milliyetçilik saplantısının en demokrat ve en insancıl hasletleri olan kişilere bile akıl almaz zalimlikler yaptırabileceğini hatırlayamamış, Kürtlerin demokratik haklar istemesi karışında feverana kapılarak, tehditler savurabilmiştir.
* AKP grubu, Genel Başkan Erdoğan'ın isteği üzerine 20 Mayıs 2016'da dokunulmazlıkların kaldırılması için Anayasa değişikliği yapma kararı almış ve bir kanun teklifi hazırlamıştı. Sayın Erdoğan HDP'ye olan aşırı husumeti nedeniyle bu partinin milletvekillerini süratle tutuklatmak ve meclisten uzaklaştırmak istiyordu. Anayasal prosedürün işletilmesi çok zaman alacaktı. Ama Erdoğan'ın acelesi vardı. İşi birkaç gün içinde bitirmek istiyordu. Bu amaçla yapılacak değişiklik Anayasa'nın "kanunlar geriye doğru işletilemez" hükmüne aykırıydı. CHP'nin katkısı sağlanırsa hem değişiklik süratle gerçekleşecek, hem de Anayasa Mahkemesi'ne itiraz için başvuru yolu kapanacaktı. CHP yapılacak değişikliğin Anayasaya aykırı olduğunu bilerek önergeyi destekledi. HDP eş genel başkanları ile onu aşkın milletvekili süratle tutuklandılar. Çünkü CHP, hem değişikliğin Meclis'ten geçmesini sağlamış, hem de Anayasa Mahkemesi'ne itiraz etmeye yetecek imza sayısını tamamlamaya yanaşmamıştı. Parlamentolar tarihinde emsali görülmeyen bir gaddarlıktı CHP'nin yaptığı. Evrensel hukuk kurallarına saygısı olmayan, hak, hukuk ve adalet duygularından nasibini almamış bir partinin ülkeye demokrasi getireceğini düşünmek akıl ve mantıkla bağdaşmaz.
* Demokrat olmanın birinci kuralı her alanda ve her konuda demokrasi karşıtı girişimlere muhalefet etmek ve demokrasiyi savunmaktır. 2014'te ve 2019'da doğu ve güneydoğu il, ilçe ve beldelerde HDP'den seçilen belediye başkanlarının tümü görevden alınarak yerlerine hükümete yakın bürokratlardan birer kayyım atandı. CHP'den ses çıkmadı, hiçbir itiraz yapılmadı. Yapılanlar açık bir demokrasi ihlaliydi. Oysa seçim hukukunun ihlali ve seçilmişlerin yasal haklarının tanınmaması ağır bir demokrasi suçudur. Bu, bütün partileri ilgilendiren bir rejim sorunudur. Bir partinin şahsında seçimleri ve seçilmişleri yok sayma girişimi özünde partisiz, seçimsiz bir düzene doğru atılmış ilk admdır. Sayın Erdoğan'ın tek devlet, tek parti ve tek başkan özlemini yansıtıyor. Çok partili seçimli bir sistemi değiştirme girişimi sadece iktidarın hedefindeki partinin değil tüm partilerin sorunudur. Bu keyfi tasarruflar karşısında başta ana muhalefet partisi olmak üzere bütün siyasi partiler ayağa kalkmalı feveran etmeliydi. Kimseden ses çıkmadı. Son 3-4 gündür CHP genel başkanının kayyım atanmasını kerhen de olsa eleştirmesi memnuniyet verici olmakla birlikte yeterli değildir. Çünkü yapılan uygulama demokratik rejimi yok etmeye dönük bir tehdittir.
* Sosyalistler, sosyal demokrat ve özgürlükçü demokratlar ile ekonomi dışı liberal demokratlar ilke olarak savaşa karşıdırlar. Onlar için her şeyden önce gelen insan hayatıdır. Tek bir insan hayatının yok olmasına onay vermez, rıza göstermezler. Oysa ortada ciddi hiçbir neden yokken AKP hükümetinin Suriye'nin doğu bölgesine silahlı askeri güç göndermek (özgün deyimiyle savaş açmak) için TBMM'den izin istemesi CHP tarafından tasvip gördü ve tezkere onaylandı. Başlatılan Barış Pınarı Harekâtı'nın bir haftalık can kaybı bilançosu asker, sivil toplam iki bin beş yüz olarak saptandı. Sosyal demokrat bir partinin savaş için onay vermesi büyük bir çelişkidir. Aynı zamanda CHP'nin Suriye politikası ile de çelişmektedir. Hükümetin ithamkâr ve karalayıcı propagandasından çekinerek, hem kendi politikası ile çelişerek hem de sosyal demokrat ideolojinin savaş karşıtı politikasına ters düşerek savaş tezkeresine oy veren CHP'nin ülkede demokrasi kuracağını beklemenin akılcı olmadığını belirtmek bir haksızlık değildir.
Biri iktidarda diğeri ana muhalefet görevi yapan AKP ve CHP'nin dayandıkları sosyal sınıflar adına izlemekle yükümlü oldukları ekonomik, sosyal ve kültürel politikalar açısından özgürlükçü, katılımcı, eşitlikçi, hukukun üstünlüğüne bağlı, kapsayıcı, çağdaş bir demokrasiyi kurup işletmelerinin mümkün olmadığını anlatmaya çalıştık. Son 15 yılda milletvekili genel seçimlerinde her iki partinin aldıkları oy toplamı ortalaması yüzde 70'tir. Geriye kalan yüzde 30 seçmen tek bir örgütte toplanmadığına göre AKP ve CHP'nin desteği olmadan Türkiye'de çağdaş normlarda özgürlükçü bir demokrasinin kurulup işletilmesinin mümkün olmadığı düşünülebilir. Bu yaklaşım matematiksel olarak doğrudur. Ancak, sosyolojik ve nesnel siyaset açısından geçersizdir. Çünkü Türkiye'de fiili siyaset, sadece elit kadroların üstten kurdukları, halkın nesne sayıldığı milliyetçi muhafazakâr partiler tarafından yapılmaktadır. Bu partiler için halk, siyasetin nesnesi ve oy kullanmakla yükümlü seçmenlerdir. Partilerin tepesindeki kadrolar ise siyasetin öznesidir. Her şeyi onlar bilir ve onların yol göstericiliğinde seçmen A ya da B partisine oy verirler. Onlar için siyaset partiler arasındaki iktidar yarışıdır. Düzeni koruyarak iktidarı ele geçirmeyi amaçlayan bu siyaset tarzı statükocudur. Değişime ve demokratik gelişmeye kapalıdır. Toplumda halkın özne olduğu ve aşağıdan yukarıya doğru işleyen bir siyaset anlayışı gerçekleşmeden Türkiye'de kalıcı biçimde özgürlükçü bir demokrasi kurulamaz. Halkların siyasal yaşamın öznesi olduğu gelişmiş toplumlarda demokrasi insan yaşamının ayrılmaz bir parçasıdır. Demokrasi dışı eylem ve edimlere karşı çıkmak, tepki göstermek herkes için ihmali kabul edilemez bir vatandaşlık görevidir. Halktan kopuk, halkın ilgi alanı dışındaki biçimsel düzenlemelerin insan hayatında yeri ve işlevi yoktur. Örneğin Anayasa'nın 2. Maddesi'nde Türkiye Cumhuriyeti "(…) Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir" diye tanımlanmıştır. Oysa Türkiye'de ne hukuk devleti ne de sosyal devlet kuralları geçerlidir. Bu, halkın bilgisi dışında oluşturulan işlevsiz bir düzenlemedir. İşlevsiz olmasının iki nedeni var: Biri Anayasa'nın halkın dışında ve onun katılımı olmadan yapılmış olması, diğeri de Türkiye halklarının yabancısı olduğu "Atatürk milliyetçiliğidir." Bugünkü Anayasal rejimin inşasında, belirleyici özne kurucu elit kadrodur. Bu kuruluşta halkın hiçbir katkısı yoktur. Halk sadece oy kullanmaya çağrılan, dışlanmış bir nesnedir. Bu açıklamalardan çıkan sonuç şudur:
* Türkiye toplumu özgürlükçü, çağdaş, gelişmiş ileri bir demokrasiye kapalı değil.
* Ancak bugüne kadar özgürlükçü gerçek bir demokrasinin kurulmasına elverişli koşullar sağlanamamış, siyaset arenasında sadece milliyetçi, irredentist, barış karşıtı egemen güçler at oynatmıştır. Halk yığınlarına da demokrasi adına hiçbir zaman yaşama geçmeyen kimi yazılı biçimsel düzenlemeler sunmuşlardır.
* Gerçek özgürlükçü bir demokrasi ancak halkların öznesi oldukları ve yönettikleri siyasal etkinliklerle kurulur. Diğer bir deyimle, milliyetçi partilerin tepeden buyruklarla oluşturdukları biçimsel düzenlemeler demokrasi değildir. Oysa gerçek özgürlükçü demokrasi, ancak, milliyetçilikle ilgisi olmayan halk yığınlarının siyasal özne olduğu, aşağıdan yukarıya doğru kurulan, gelişmeye açık, toplumsal yaşamı doğrudan etkileyen, kalıcı bir düzendir.
Siyaset esnafı, biçimsel demokrasi kavramını bile Türkiye toplumuna çok bulmuş olmalı ki, bunu bile bir yandan partiler arası iktidar yarışının aracı yaparak, öte yandan da milliyetçilik yarışında halklar arasında kin, nefret ve düşmanlık duygusunu kışkırtmak için kullanarak içini boşalttı. Otoriter tek adam yönetimine geçti. Özgürlükçü gerçek bir demokrasiyi kurmak için biçimsel demokrasinin bile içini boşaltan yıkıcı egemen siyasetlere karşı başka bir siyasetin örgütlenmesi kaçınılmazdır. Başka türlü özgürlükçü, çoğulcu, çok kültürlü, hukukun üstünlüğüne bağlı, barışçı, insan haklarına saygılı, âdemi merkeziyetçi ileri bir demokrasiyi kurmak mümkün olmaz. Bu nedenle özgürlükçü demokrasi mücadelesinde atılacak ilk adım, totalitarizm ve savaş yanlısı yıkıcı siyasetlere karşılık özgürlükçü demokrasiyi tanıtacak ve öznesini genişletecek bir demokrasi cephesinin kurulması olmalıdır.
Cephe hareketinin çalışma alanını belirlemek için, özgürlükçü demokrasinin ne olduğu ve halk yığınlarının yaşamında ne gibi değişiklikler yapacağını açık biçimde anlatacak ortak bir programa ihtiyaç vardır. Ortak programın hazırlanmasında aşağıdaki ilkeleri yararlanılacak bir öneri olarak sunuyorum:
Türkiye'de özgürlükçü çağdaş bir demokrasinin gelişmesine engel olan siyasal güçler son derece etkili, deneyimli ve örgütlüdür. Bu örgütlere karşı özgürlükçü demokrasiyi savunmak ve bütün öğeleriyle yaşama geçmesini sağlamak son derece güçtür. Toplumun demokrasi kültürü yetersizdir. Genel eğilim statükocu siyasetten yanadır. Özgürlükçü demokrasiyi bütün öğeleriyle topluma benimsetmenin vatandaşların tümünü demokrasi hareketinin öznesi konumuna getirmenin pek kolay olmadığı biliniyor. Türkiye'de yıllardan beri demokrasi sözcüğü kullanıldığı halde, halkın bunun ne anlama geldiğini öğrenmesine olanak sağlanmamıştır. Siyasal partileri yöneten egemen kadrolar halka demokrasi adına neyi ne kadar vermeyi uygun görmüşlerse, onunla yetinmişlerdir. Biçimsel demokrasi ilkelerinin belirlenmesinde bile halkın hiçbir katkısı olmamış ve talepleri dikkate alınmamıştır. Oysa bir toplumun yönetim biçimi, o toplumu oluşturan vatandaşların yaşamlarını doğrudan etkileyen bir meseledir. Bu nedenle de halkın tümünün katkısı olmadan üstten dayatılan bir yönetimin adı demokrasi olamaz. Çünkü demokrasinin sözcük anlamı da halkın halk tarafından yönetilmesidir. Bu nedenle Demokrasi Cephesini harekete geçirecek hazırlık grubunun ilk görevi halkın tümünü nesne olmaktan kurtarmak ve aktif özne konumuna getirmek olmalıdır.
Yukarıda pek çok kez değindiğimiz gibi düzen partilerinin özgürlükçü demokrasiye hiçbir katkısı ve desteği olamaz. Böyle bir beklenti başarısızlığa ve umutluğa yol açar. Bunların dışında çeşitli nedenlerle pasifleşen ya da çalışmaları etkili olmayan önemli parti, grup ve bireyler vardır. Bu dağınık güçlerin aktifleşmesi ve bir araya getirilmesi demokrasi mücadelesini önemseyen örgütlerin, grup ve bireylerin görevidir. Siyasetteki davranışları, yazılı ve sözlü açıklamalarıyla kamuoyunda demokrasi beklentisi yarata parti, STK, girişim, liberal demokrat ya da liberal sol görüşlü aydınlar vardır. Bunların ortak bir program hazırlamaları ve güçlü bir demokrasi hareketi oluşturmaları mümkündür. Galiba ortada bir güven sorunu bir de AKP korkusu var. Güven sorunu insanların tanışmaları ve düşünce teatisinde bulunmaları ile aşılabilir. AKP'nin şiddet politikasına karşı durmak ise tamamen kişisel bir sorundur. Buna herkes kendisi karar verir. İlgili bir vatandaş olarak benim görevim kamuoyunda demokrasi beklentisi oluşturan kuruluşları anmak ve onlara, dolaylı biçimde, görevlerini hatırlatmaktır. Türkiye'de özgürlükçü demokrasi beklentisi yaratan, örgüt, kuruluş, topluluk ve bireyler şöyle sıralanabilir:
Umut, barışa, eşitliğe, adalete ve özgürlükçü demokrasiye gönül veren örgütlü demokratların başarısındadır.
Avukat Can Atalay'ın emeğin hakkını, fikir özgürlüğünü, temel insan haklarını, savunmayı, çevre yıkımına karşı durmayı asli bir görev olarak benimsemesi sermaye çevrelerini tedirgin ediyor, hatta korkutuyordu
Kısa süreli de olsa geçici acil önlemler almaya ihtiyaç vardır. Böyle acil bir ihtiyacın karşılanması, ancak, en yüksek yargı organı sıfatıyla Anayasa Mahkemesinin devreye girmesiyle gerçekleşebilir
HDP'nin 1 Eylül Barış ve Demokrasi çağrısına katılarak toplumsal huzura ve barışa destek olalım
© Tüm hakları saklıdır.