Erkler arasında "medeni bir iş bölümü" getirmekle övünen ama aslında hiç de demokratik olmayan bir biçimde askeri bürokrasiye yürütmenin üçüncü başı (benim betimlemem) olarak üstün bir konum ve normal-ötesi yetkiler veren 1982 anayasası "yürütmenin üstünlüğü" yönünde 1961'den çok daha ileri adımlar atmıştı. Önce 2002'ye kadar sürekli kurcalanarak eleğe döndürülmüş olan anayasa 2007, 2010, 2017 değişiklikleriyle kademe kademe yürütmenin üstünlüğünün en aşırı dozu olan "tek-adam" sistemine vardırılmıştı.
2007 cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini, 2010 yargı bağımsızlığının imha edilmesini, 2017 cumhurbaşkanının anormal yetkilerle donatılmasını, bakanlar kurulunun ortadan kaldırılmasını, yasama meclisinin hiç hükmüne indirilmesini getiriyordu.
Radikal demokrasi teorisinde bir erk değil bir görev olan ve meclisçe denetlenmesi öngörülen yürütme, prototipi ABD olan başkanlık sisteminde bile yasama ve yargı karşısında ancak bir eşit erktir.
Esin kaynakları Montesquieu ve Locke olan Amerikan anayasası en çok federalist Madison'un öncülüğünü yaptığı "hizipler doktrini"ne uygun olarak "kuvvetler ayrılığı" ile yola çıkmış, zamanla daha yumuşak bir anlayış olan "frenler ve dengeler (ya da denge ve denetim) anlayışına evrilmiştir. ABD'nin övündüğü ve övüldüğü bu doktrinin ve yol açtığı kurumsal gelişmenin sorunlarına başka yerlerde değinmiştim. Burada sadece bir noktayı yineleyeyim: Kapitalist devletin görece demokratik formu liberal parlamenter demokrasidir; başkanlık sistemi sapmadır ve anti-demokratik rejimlere gebedir -özellikle Türkiye gibi ülkelerde. (2017'de iktidar da ve başlarda muhalefet de başkanlık sisteminin "iyisi"ni tartışırlarken farklı görüşlerimi ifade etmiştim.)
Bir süredir "kuvvetler ayrılığı" ve "güçlendirilmiş parlamenter sistem" Türkiye'nin siyasal sorunlarını çözecek sihirli sözcükler, klişeler ve sloganlar olarak kullanılmakta. İyi de, tam ne denmek isteniyor, pek açık değil. Öncelikle anayasa tarihimizde 1961'in neyin eseri olduğu ve ne miras bıraktığı dürüst bir özeleştiriye tâbi tutulmalıdır. Taşıdığı askerî darbe izleri itiraf edilmeli ve -"güçlendirilmiş" parlamenter sistemden bahsedilen şu günlerde 1961 fetişizmi yapılmamalı ve biraz daha dikkatli incelenip 1961'in kısmen "zayıflatılmış" parlamenter sistemin ilk adımlarını attığı kabul edilmelidir. İkircikli bir anayasa olan 1961 çetin cevizdir, 1982 kritiği kolay lokmadır.
Şu risk de kendini hissettirmektedir: Bir "restorasyon"dan söz ediliyor. Tutucu hatta gerici tınıları olan restorasyon ile restore edilecek olan nedir? 1961 mi, yoksa çok daha vahim olmak üzere 1982'nin 2002'den bu yana koparılan parçalarının yerine konması mı, veya başka bir şey mi?
Kuvvetler ayrılığına gelince. Unutulmasın ki bu doktrinin geliştiği yer ABD olup, bir başkanlık sistemidir. Montesquieu, soyluların gücünün solmakta olduğunu görüp bir set çekme hamlesi yapmışsa, ABD de başkana radikal demokrasi eğilimlerini kontrol edecek bir özerklik ve yetki donanımı sağlamayı öngörmüştür. (Kongre'ye yürütmeyi denetleyecek yetkileri de belli ölçüde vermiştir.) Son tahlilde "kuvvetler ayrılığı" demokratik bir rejimin garantisi değildir. (Bkz. Trump olayı.)
Ve en son tahlilde: Her sistem ancak yasama meclisi kadar iyidir. "Yasamanın üstünlüğü" veya parlamenter meşruiyet en üstün kriter ve normdur. Meclis iyiyse sistem daha iyidir; meclis kötüyse sistem daha kötüdür. Çünkü egemenlik, nihai ve indirgenemez kural koyma yetkisi olarak yasama meclisinde olup, bunun kalitatif güvencesi de onun üyelerinin niteliğindedir. Meclis kendi içinde çoğul, çoğulcu, nisbî temsile yer veren, dolayısıyla da özdenetimi ve iç-dengeyi sağlayan bir kurum olmalıdır. Bir adım daha geri alırsak, bu da bir ülkenin siyasal ve demokratik kültürüne bağlıdır.
Aynı şey yargı için de geçerlidir. Yargının bağımsız ve özerk olması gereklidir ama yeterli değildir. "Ayrı" bir yargının kompozisyonu ve iç-denetimi demokratik nitelikte değilse, yargı en önemli işlevi olan yasamanın yargısal denetimini ilerici biçimde yerine getiremez (Bkz. şimdiki Amerikan Yüksek Mahkemesi.)