23 Şubat 2025
Çok yakın bir zamana kadar, düşük ve orta gelir grubunun vergi yükünden çok da şikâyet etmezdik. “Aldığın üç kuruş maaşın nesi vergi olacak, zenginler düşünsün” derlerdi, yerdik. “Asıl vergiyi düşük gelirliler ödüyor” diye tepinenleri anlamazdık. İnsan psikolojisi garip tabii, yüzleşip de bu gerçekle ne yapacaktık!
Ama ödediğimiz vergiler katlanarak artmaya başlayınca, yani bir kendimize, bir devlete alarak yaşadığımızı anlayınca, aklımız başımıza geldi. Aslında kural belli: Kazandığımızı kazanmıyor, harcadığımızın aslında yarısını harcıyoruz. Hiçbir şey olmasa da kesin bir şeyler olmuştur gibi bir şey yani. Türkiye'de vergi toplama işi, sihirbazlıkla eş değer; el çabukluğu ile cisimlerin yer değiştirmesi ustalığı manasında. Devlet tabii ki vergi alacak. Zaten başka ne yapacak, nasıl ayakta kalacak… Anayasada yeri var: Madde 73- Herkes kamu giderlerini karşılamak üzere mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlüdür. Yani devlet bize hizmet etmek için bize güveniyor. Biz mükelleflerden cebri olarak alınan ve gelirimizi düşüren bu yük nedeniyle söz söyleme hakkımız var mı? Var. Vatandaşlık görevimiz, harcanan parayı denetlemek. Buyur denetle. İşte, iş burada karışıyor. Öncelikle, vergi yükü dediğimiz şey, devletin cebimize attığı minik ellerinin toplamıdır. Objektif vergi yükü; devletin bizden aldığı vergilerin milli gelire oranını ifade eder. Yani, matematiksel olarak hesaplanabilir ve somut bir değer. Ancak, bir kavram daha var: Subjektif vergi yükü. Yani vatandaşın bu vergileri nasıl ve neresinde hissettiğiyle ilgili. Artık orası neresi ona siz karar verin. Ben kalp diyorum.
Subjektif vergi yükü ile ilgili Türkiye'de yapılan çalışmalar, vatandaşların hissettiği yükün, aslında ödediği vergiden çok daha yüksek olduğunu gösteriyor. Peki, neden böyle bir “his” farkı var? İşte burada devreye birkaç faktör giriyor. Öncelikle, Türkiye'de dolaylı vergilerin, yani harcamalar üzerinden alınan vergilerin oranı oldukça yüksek. Yani, her alışveriş yaptığınızda, devlet de sizinle alışveriş yapıyor. Cebinizden sürekli fazladan para çıkıyormuş gibi hissetmiyor musunuz? Hah işte cebinizdeki ikinci el, devlet. İkincisi, vergi bilinci ve algısı. Vatandaşların sisteme olan güveni düşük. Eskiden soru tek ve netti: Bu paralar nereye gidiyor? Şimdi satın almadığımız, kullanmadığımız, civarına bile uğramadığımız yerlerin, mesela köprülerin, telefonların, kaçak elektriklerin parasını biz ödüyoruz. Yeni sorumuz tek ve net: Ben niye her şeyi ödüyorum?
Türkiye’nin en komik trajedilerinden biri, vergidir! Zira bizde vergi, sadece ekonomik bir kavram değil, bir yaşam biçimi. Pazara kadar değil, mezara kadar giden bir katılım payı… Türkiye’de 200’e yakın vergi kalemi var: Sahip olduklarımız mesela emlak üzerinden verdiklerimiz, harcarken verdiğimiz KDV ve para kazanırken verdiğimiz gelir vergisi… Yani parayı kazanırken, parayı harcarken ve parayı biriktirirken düzenli olarak vergiye tabiyiz. Verginin bile vergilendirildiği bir ülkedeyiz. Hiçbir şeyin gerçek rakamıyla muhatap değiliz, işin özeti. Nedenini bence en güzel Ozan Bingöl, bir kitabında açıklamış: Parayı Lidyalılar, vergiyi Sümerler, verginin vergisini Türkler buldu. Şöyle örneklendiriyor mesela: Cep telefonu aldınız. Yüzde 1 Kültür Bakanlığı, yüzde 12 TRT bandrol ücreti, yüzde 50 ÖTV, yüzde 20 KDV ekleniyor. Verginin vergisinin vergisinin vergisi. Bugün geldiğimiz bu noktayı kimse tahmin edemezdi. Üstelik vergi rekortmeni artık sıradan vatandaş. Farkında mıyız? Evet. Hissedilen.
Dört asır önce vergi, kümesteki kazdan en az gürültüyle en fazla tüyü yolma sanatı olarak ifade edilmiş. Bugünün kazı; memur, işçi, emekliler. Yani vergisini henüz maaşı eline geçmeden devlete ödeyenler. Peki diğer kazlar ne yapıyor? O kayıt dışının konusu. İyice dağılmayalım. Ama Türkiye’de vergi kaçırma veya vergiden kaçınma yoluyla oluşan kayıtdışı ekonomi oranı çok yüksek.
İdeal olan zenginlerin, şirketlerin, yüksek gelir grubundaki bireylerin kazancından yüksek oranda kesinti yapılması mı? Bence evet. Ama vergi, gelir düzeyi ne olursa olsun herkese eşit yansıyor. Bu hep böyle değildi. Politik tercihlerin bir yansıması. Devletin üretimden değil, tüketimden kazanmayı tercih etmesinin sonu. Yani maaşınız ne olursa olsun, aynı ürünü satın aldığınızda siz de bir milyarder ile aynı vergiyi ödüyorsunuz. Hissedilen burada başlıyor. Mesela bir asgari ücretli, marketten 10 TL’lik bir çokomel aldığında, bunun yaklaşık yüzde 18’i KDV olarak devlete gidiyor. Yani vatandaş, devlete de bir çokomel ısmarlamış oluyor. Çokomelli adalet. Buna Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) eklenince, Türkiye’nin vergi sisteminin özeti ortaya çıkıyor: Almadan alıyoruz! ÖTV’nin en ünlü olduğu alan ise tabii ki benzin. Türkiye’de akaryakıt fiyatlarının yüzde 55-60’ı vergiden oluşuyor. Benzin alırken, tek aracı doldurduğumuza eminiz değil mi diyerek kasiyere sırıtan tek şakacı ben değilimdir inşallah. Çünkü bildiğiniz gibi, kendimize yakıt alırken, devlete de alıyoruz. Osmangazi Köprüsü’nden geçerken, bu parayla tatil yapıyorduk birkaç yıl önce yahu esprisini yapmayan kaldı mı? Yap işlet devret modelleri ile sadece Osmangazi değil, Çanakkale, Yavuz Sultan Selim köprülerine, Avrasya Tüneli’ne de mesela, verilen garantiler nedeniyle işletmecilere devletin kasasından milyarlarca lira ödeniyor.
KDV konusunda OECD ortalamasının üzerinde, ÖTV’de ise Avrupa şampiyonuyuz. Bir birinciliğimiz daha var: Gelir adaletsizliği. Vergi adaleti konusunda yorum yapmak iyi bir tarih ve ekonomi bilgisi gerektirir. Yoksa, bakacağımız referanslar belli. En doğrusu Aristotoles’e bakmak; dağıtıcı adalet ile denkleştirici adaletten bahsediyor. Bunu vergi sistemine yansıttığımızda, ödeme gücüyle orantılı vergi alımı esası ortaya çıkıyor. Çokomelli adalet, bu felsefeye ters yani. Belli bir kazancın üzerinde gelir elde eden kişinin vergilerinin daha yüksek olması lazım. Çünkü ücretler Türkiye’de düşük. Üstelik asgari ücrete düşen vergi oranı daha yüksek. Diyelim, bulaşık makineniz bozuldu ve cebinizdeki son parayla bu harcamayı yapmak zorundasınız. Bayiyi satın alabilecek müşteriyle, aynı vergiyi ödemeli misiniz? Bence hayır. Ütopik mi? Asla değil. Burada eşitlik değil, büyük bir eşitsizlik var çünkü. İşte tam burada bize zaten eşitlik değil, adalet lazım. Ama, vergilemede eşitliğin, tüketilen şeyin eşitliğinde yattığı görüşü hakim olduğundan, servete bakılmıyor. Ama bu bilinçli bir politika: Fakirler, fakir kalacak. Zengini, çalışan ve emeğini tasarruf ederek, az tüketen bir insan, fakiri ise tembelce yaşayan, az şey elde eden, elde ettiği her şeyi de harcayan bir kişi olarak tanımlayan kapitalizmin kuralı bu. Dolayısıyla vergiler, insanların tükettiği her şey üzerinde, herkes için eşit olarak hesaplanıyor. Devlet de “lüks tüketime özenen fakirlerin faturasını” ödemek zorunda kalmıyor. Lüks nedir, ekmek mi, cep telefonu mu? Muamma.
Bir fena oldunuz, değil mi?
Tabii ki zam ve vergi algısının bu kadar yaygın kalp çarpıntısı yaratmasının bir diğer sebebi de verginin nereye gittiğine dair güvensizlik. Yapılan araştırmalar, Türkiye’deki vatandaşların ödediği vergilerin kamu hizmetlerine yeterince yansımadığını düşündüğünü gösteriyor. Şöyle düşünelim: Aylık maaşınızın neredeyse dörtte biri vergiye gidiyor ama hastanede ameliyat sırası bekliyor, çocuğunuz bu devirde hala saçma sapan okul giriş sınavlarıyla mücadele ediyor, metroya binerken kartınızın bir anda yetersiz bakiye ötme sesiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Harcamadan ve artırmadan yerinizde sayıyorsunuz.
Vergiler gelirlere göre düzenlense, daha adaletli olur mu? Bilemeyiz. Hiç görmedik. KDV gibi dolaylı vergiler yani alışveriş sırasında ödediğimiz verginin bu kadar yüksek olması hiç adil değil. Aslında siyaseten risk gibi görünüyor değil mi? Vergiler yükseldikçe oy oranlarının düşmesi lazım. Ama eğer toplumun belli gruplarını kayırıyorsanız vergi toplarken, öyle olmuyor. Vergi artırırken iktidara oy vermeyen kesimlerin ya da gözden çıkarılmışların üzerindeki yükü artırmak en bilindik yöntem. Mesela alkol ve sigaradan alınan vergilerin bu kadar katlanarak artması buna iyi bir örnek. Peki tüketim azalıyor mu? Hayır. Rakamlara göre artış bile var. Üstelik sahte alkolden ölenler, kaçak tütüne bulaşan, e-sigaralara düşenler de cabası. Bu kesimin dolaylı ödediği başka vergiler de var: Artan sağlık harcamaları mesela…
Şimdi gelelim asıl soruya. Bütün ülkelerin vergi sistemleri ağırdır, her vatandaş vergisini öder diyorsanız, burada hemfikir olmamamız imkansız. Peki şunda hem fikir miyiz: Milyonlarca dolar verginin toplandığı bir coğrafyada, bu kadar açlık, bu kadar yokluk, bu kadar pahalılık normal mi? Huzurumuz kalmadı. Gelir dağılımının da vergi toplanma yöntemlerinin de adil olduğunu düşünmüyoruz. Türkiye’nin büyüme rakamlarından övünen bir iktidar var. Ama dar gelirliyi rahatlatacak önlemler yok. Bütçede kaynak var ama herkese yok. Dede Korkut hikayelerinde köprü yapıp geçenden 5, geçmeyenden 10 akçe alan Deli Dumrul vardı. Bu kadarı onun bile aklına gelmezdi.
Şükran Pakkan kimdir? Doç. Dr. Şükran Pakkan, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Birkbeck University Morley College'de Medya ve Gazetecilik eğitimi almış, yüksek lisans ve doktorasını İstanbul Üniversitesi'nde tamamlamıştır. Mesleğe İzmir'de politika ve ekonomi muhabiri olarak başlayan Pakkan, London Weekend Television (Channel 5), Women's Journal, Milliyet Gazetesi, Al Jazeera Türk TV, Al Jazeera English, HaberTürk TV gibi ulusal ve uluslararası medya kuruluşlarının haber merkezlerinde 25 yılı aşkın süre aktif gazetecilik yapmıştır. Akademik ve medya kariyeri boyunca başta Türkiye, Amerika, İngiltere ve Katar'da olmak üzere ulusal ve uluslararası çapta medya ve editoryal program, eğitime, sunum ve seminerlere konuşmacı ya da eğitimci olarak katılan Pakkan, "Bülent Dikmener Gazetecilik Ödülü" ve "Sedat Simavi Belgesel Ödülü" başta olmak üzere birçok ödülün de sahibidir. Gazeteci Hrant Dink'e yönelik suikast sürecinde medyayı konu alan "Neler Yapmadık Şu Vatan İçin" ile dijitalleşmenin gazeteciliğin üzerine etkilerini inceleyen "Gazeteciliğin Geleceği" isimli kitapların yazarıdır. "Unutmak ya da Unutmamak: Unutulma Hakkının Gazetecilik Perspektifinden Uygulanabilirliği" başlıklı kitabın da ortak yazarıdır. Uzun yıllardır üniversitelerde medya, televizyonculuk ve gazetecilik dersleri vermekte, kurucusu olduğu Newsroom Media'da kariyerine yapımcı ve yayıncı olarak devam etmektedir. |
Bizlerden beklenen; sorgulamak değil, haline şükretmek olduğu için, merak duygumuzu neşterle kesiyorlar. Biat varsa kitap yoktur, tabiatın kuralı. O yüzden neden artık okuyamıyorum diye sormak doğru değil. Doğrusu; neden uzun okumamı engellemeye çalışıyorlar, diye sormak
Genç nüfuslu bir ülke olma özelliğimizi uzun yıllar önce kaybettik ama farkında değiliz. Niye? Çünkü yaşımızı kabul etmeme hastalığımız var. Yaşlıların dünyayı yönettiğini fark ediyor muyuz? Hayır. Niye? Çünkü gençlere fazla odaklandık. Yaşlıların çevirdiği oyunun farkında değiliz
Suçlu gibi gösteriyor, gözaltına alıyor, tutukluyorlar. Neden? Çünkü aranan; suç veya suçlu değil de ondan. Günah keçisi seçilmeli. Halkın gözü önünde infaz edilmeli. Güçlü olan; güçsüz ve marjinalden üstün olduğunu hepimize göstermeli
© Tüm hakları saklıdır.