Büyük İskender Bodrum’u aldığında, Datça yarımadasının en ucunda yerleşik Knidoslular, oraya da gelemesin diye bir kanal kazıp, yarımadayı ada yapmaya karar vermişlerdi. Ancak, bugün “Balıkaşıran” diye bildiğimiz kıstağı kazmaya başladıklarında her yerlerinde yaralar çıkmış, danıştıkları bilicilerden, “Tanrılar isteselerdi orayı ada yaparlardı.” yanıtını alınca vazgeçmişlerdi.
Gökova ile Hisarönü körfezlerini bağlayacak anlamsız bir kanalı, Türkiye’nin altını üstüne getiren “parlak fikirli!” Özal da düşünmüş ama aklını başına topladığından olacak, vazgeçmişti.
“Kanal İstanbul” bu iki projeden de anlamsız, üstelik tehlikelidir. Ekonomisi alarm veren Türkiye’de kime ödetileceği bilinmeyen maliyeti bir yana, taraf olduğumuz uluslararası sözleşmeler dikkate alındığında, ilan edilen amacını gerçekleştirebileceği hatta yapılmasına göz yumulacağı bile kuşkuludur.
“Ülke bizim. Ne istersek yaparız.” diyorsanız yanılıyor olabilirsiniz.
“Türk Boğazları” olarak bilinen İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi, 1936 tarihli Montreux Sözleşmesi ile yönetilir. Bu sözleşme, getirdiği rejim itibariyle dünyada tektir.
Sözleşme’nin en önemli özelliği, Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin aksine, Türk Boğazları’nın yönetimini ve güvenliğini, tartışmasız biçimde Türkiye Cumhuriyeti’ne bırakmış olmasıdır. Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenliği o kadar mutlaktır ki, Türkiye kendisini savaş tehdidi altında gördüğü durumlarda savaş gemilerinin geçişini bile engelleyebilecektir.
Kısacası Montreux, öncelikle Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenliğini pekiştiren ve güvenliğini, çok yönlü olarak güvenceye alan bir sözleşmedir.
Türkiye bunu, ciddi bir diplomatik mücadele sonunda sağlamıştır. Unutmayalım ki İngiltere ile Rusya’nın Boğazlar üzerindeki emelleri Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasında önemli bir rol oynamıştır. Tarihin tekerrür etmesine yol açmak, akıllılığın göstergesi değildir.
Sözleşme’nin ikinci önemli özelliği, Karadeniz’e kıyısı bulunan ülkelerin güvenliğini sağlamasıdır. Bu nedenledir ki Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelerin Boğazlar’dan geçebilecek savaş gemilerinin tek tek ve toplam tonajı; orada en çok kaç gün kalabilecekleri ciddi biçimde sınırlanmış; denizaltılar gibi bazı savaş gemilerinin geçişi ise daha da sıkı koşullara bağlanmıştır. Varşova Paktı ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, özellikle Rusya’nın güvenliği açısından Karadeniz’in önemi artmıştır.
Diğer taraftan, ticari gemilerin Boğazlar’dan geçişinde hiç bir sınırlama, geçiş ücreti hatta kılavuz alma zorunluluğu bile yoktur.
Montreux’nün bir diğer önemli özelliği de ABD’nin Sözleşme’nin tarafları arasında olmamasıdır. Bu Türkiye için yaşamsal bir konudur. II. Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası politikada İngiltere’nin yerini alan ABD yıllardır, Rusya’yı sıkıştırmak için, Karadeniz’e daha güçlü biçimde çıkabilmenin dolayısıyla Montreux Sözleşmesi’ni yürürlükten kaldırmanın, değiştirmenin ve kendisinin de dâhil olacağı yeni bir sözleşmenin peşindedir. 1970-80’li yıllarda, Rus Kiev uçak gemisi etrafında onca kıyamet koparmasının nedeni budur. Bulgaristan ve Romanya’nın palas pandıras NATO’ya ve AB’ne alınmalarının arkasında yatan beklentilerden biri de Karadeniz’e girebilmektir. Karadeniz üzerinden yürütülecek bir ABD-Rusya çekişmesi, Türkiye’nin yararına değildir. Hayrına da olmaz.
Ticaret gemilerini Kanal İstanbul’dan geçmeye zorlayamayacağımıza; savaş gemilerini Kanal’dan geçirip Montreux Sözleşmesi’ni kendi elimizle ortadan kaldıramayacağımıza -yoksa amacımız bu mu? Tanrım aklımı koru!- göre kimsenin kullanmayacağı bir kanalı açmanın ne anlamı var? Yoksa, amaç “Kanal Manzaralı Evler” yapıp, rant yaratarak, parsa toplamak mı?
Konunun aynı derecede önemli diğer yönüne de bir göz atalım.
Karadeniz, bu denize kıyısı bulunan ülkeler, Marmara Denizi hatta Akdeniz için mutlaka korunması gereken bir ekolojik sistemdir. Türkiye Avrupa’nın ekolojik sistemlerini korumak için yapılmış örneğin 1979 Avrupa Konseyi (Bern) Sözleşmesi’ne taraftır. Geçmişte Karadeniz’de yunusları vurduk diye az kalsın Sovyetler Birliği tarafından mahkemeye veriliyorduk. Şimdi Karadeniz ekosistemini çökerterek, bu denize kıyısı bulunan ülkelere hatta tüm Akdeniz’e telafisi olanaksız zarar verecek bir kanalı bize yaptırırlar mı, bilemem.
Acaba ulemaya mı danışsak? Belki onlar da Antik Çağ bilicileri kadar akıllı davranıp, Tanrıyı dilinden düşürmeyenlere, “Tanrılar isteselerdi iki boğaz açarlardı.” derler de başımıza ve başkalarının da başına büyük bir dert açmaktan kurtuluruz.
Not: Büyükelçi (E) Umar’ın, Dışişleri Bakanı Çağlayangil’in talimatıyla, Türkiye’nin Montreux Sözleşmesi hazırlıklarını, Sözleşme müzakerelerini, Dışişleri Bakanlığı arşivlerinden araştırarak yazdığı kitap, Cumhuriyet’in 50. Yılında, Bakanlık yayını olarak basılmıştır. Umar, Bakanlıktaki kariyeri boyunca, III. Deniz Hukuku Konferansı, Kıta Sahanlığı, Avrupa Konseyi ve NATO görevleri nedeniyle bu konuyu izlemeyi sürdürmüştür.