Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, başlatmak zorunda kaldığı “Zeytin Dalı Harekâtı” kaçınılmaz olmuştu. Bu tartışılamaz.
İnsanca düşüncelerle savaşa, silahlı çatışmalara karşı olanların değil ama yıllardır içeride Türkiye’yi ırkçılık temelinde bölmeye çalışan ayrılıkçı bir grubun ve onların dümen suyunda giden üç beş kişinin Harekâtı nasıl nitelendirdiğinin de önemi yoktur. Üzerinde düşünülmesi gereken, Türkiye’nin bu noktaya nasıl geldiğidir.
1990’lı yılların başında Turgut Özal önce Başbakan sonra Cumhurbaşkanı’ydı. İsrail’in de yönlendirmesi ile ABD, temelsiz ve uydurma olduğu sonradan ortaya çıkan bir gerekçeyle Irak’a saldırmaya karar vermişti. Türkiye’yi de bu çatışmanın içine çekmek istiyordu.
Özal bu tuzağa, “bir koyup, üç almak.” beklentisi ile hemen düşmüştü. Türkiye, Irak’ın kuzeyinde oluşturulan “uçuşa yasak bölge”nin Bağdat yönetiminden koparılması için ABD ile işbirliği yapmış, bununla da yetinmeyip, Kuzey Irak Kürtlerinin Irak petrolünü dünyaya pazarlamasına destek olmuştu. Türk işadamları da, bazı hallerde yasadışı ticari faaliyetleri ile bölgenin ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmuşlardı. İzlediğimiz bu politika ile Kuzey Irak Kürtlerinin kısa sürede zenginleşmesine, Bağdat’ın denetimi dışında kalıp, devletleşmesine, önce otonomi ve nihayet bağımsızlık peşinde koşmalarına zemin hazırlayıp, destek olarak ABD ile İsrail’in ekmeğine yağ sürmüştük. Barzani de bu desteğimizin karşılığını, PKK’yı besleyerek, güvenli bölgede ona kamp yerleri ayırarak vermişti!
“Uçuşa yasak bölge-güvenli bölge”yi korumak için Çekiç Güç’e İncirlik havaalanını açmıştık. ABD bu desteğimiz karşılığında, Kuzey Irak’a kısa süreli kara ve hava harekâtları yapmamıza göz yummuş ancak bu harekâtlar, örneğin Erbil’e yaklaştığında, bizi ciddi biçimde uyarmış hatta engellemişti. ABD ve İsrail’in amacı, Saddam’a karşı işbirliği yaptıkları Kürtleri giderek bir devlet haline getirmekti.
Kısacası, ABD’nin peşine takılıp, bir koyup üç almayı beklerken, ne aldığımızı söylemeye dilim varmıyor.*
Aradan sadece 20 yıl geçti.
2010’lu yıllarda bu kez Tayyip Erdoğan önce Başbakan, sonra Cumhurbaşkanı oldu.
2011 yılında ABD, yine İsrail’in yönlendirmesi ile bu kez Suriye’yi dağıtmaya karar verdi. İsrail’e “One minute.” demişken, Mavi Marmara olayı daha yeni yaşanmışken, İsrail’in koruyucusu ve ortağı ABD’nin peşine takılıp, Esat’ı devirmeye, Emevi Camii’nde namaz kılmaya karar verdik.
“Bizim haberimiz olmadan Ortadoğu’da yaprak bile kıpırdamazdı.” ama ABD çark etti, Rusya ile işbirliği yaptı hatta Esad’a göz kırptı, farkına bile varmadık.
Türkiye’nin yaşamsal ulusal çıkarı, Suriye’nin istikrar içinde olmasını, Esad’ın Kürtleri denetim altında tutmasını gerektirirken, Suriye’nin istikrarsızlaştırılmasına; Esad’ı devirmeye çalışan, şimdi ÖSO içinde toplanmış radikal İslamcı örgütlerin, Kuzey Irak Kürtleri gibi, dünyaya petrol pazarlayıp zenginleşmelerine yardımcı olduk. DEAŞ’a bile, silah sağlamak dâhil destek olduğumuz izlenimini verdik.
ABD ve İsrail, Türkiye’nin bu tutumuna; Araplara ve Müslüman ülkelere örnek gösterdikleri, laik, demokratik niteliğini giderek yitirdiğine; Müslüman Kardeşler’le ilişkilerine bakıp, planın ikinci aşamasına geçerek, kendi yarattıkları DEAŞ ile mücadelede PYD/YPG ile işbirliğini tercih ettiler. Rusya da onlara katıldı. ABD, İsrail ve Rusya’nın desteği ile Irak’tan sonra Suriye’de de nur topu gibi bir Kürt sorunumuz oldu.
Yine bu dâhice politikamız, Rusya’nın gelip güneyimize de yerleşmesine yardımcı oldu. O kadar ki, Zeytin Dalı Harekâtı için Rusya ile uzlaşmak zorunda kaldık. Bunun Rusya ve Batı ile ilişlerimize etkilerini daha şimdiden görüyoruz. Her iki tarafın da önümüze koyacağından kuşkumuz olmaması gereken faturaların kabarık, siyasi ve ekonomik etkilerinin ağır olacağını bilmeliyiz. Trump’ın son görüşmede Erdoğan’a söyledikleri ve üslubu hakkında basına yansıyanlar bunun ciddi bir işaretidir.
Kısacası nereden baksak, bu kez de bir koyup üç almış görünüyoruz!
Dış politika, ülkelerin yaşamsal çıkarlarını korumak ve ülkeleri öncelikle, maddi, manevi çok ağır bedeli olan silahlı çatışmaların, savaşların dışında tutmak için vardır. II. Dünya Savaşı ve İnönü’nün dış politikası örneği de önümüzdeyken son yıllarda bu temel ilke unutulmuş görünmektedir.
İnsanlar gibi devletler de yaşadıklarından ders almalıdırlar ki tarih tekerrür etmesin. Bizim ders de almadığımız anlaşılıyor.
* Ortadoğu’da 1990’lı yılların bu gelişmeleri için Bkz. Çöl Devriyesi. Süha Umar. Boyut Yayınları.