08 Eylül 2014

Zeytinlikler ve gökdelen gölgesinde yüzme havuzları

'Her yer 'taş kestiğinde', korkarım ne beden sağlığımız yerinde kalacak ne de ruh sağlığımız'

Uzaya en önce Türkler yerleşecek sanırım.

Evvela bahçeli evlerden balkonlu apartman katlarına geçmiştik.

Şimdi gökdelenlerdeki veya yarı gökdelenlerdeki balkonu olmayan dairelere taşınıyoruz.

Bir sonraki aşamada özel tasarlanmış fanuslarda oturmaya başlayacağız tahminimce.

Toprakla ilişkisini en hızlı kesen ve oksijensiz ortamlarda yaşamaya en hevesli insanlar olmamız; yapay çevre koşullarına ayak uydurmayı kolaylıkla başarmamız, uzayda oluşturulacak bir koloniye seçilmemizde tercih sebebi olabilir bence.

İstanbullular olarak, “kentsel dönüşüm”yasasının getirdiği, oturduğumuz mekânların insan tabiatına hiç de uygun düşmeyen değişimlere uğramasını canı gönülden kabulleniverdik.

Tıpkı otuz kırk yıl evvel annelerimizin, babalarımızın yaptığı gibi.

Bunu hatırlatıyorum çünkü o tarihlerde kimsenin İstanbul’un büyük bir deprem beklediğinden haberi yoktu. Köşkler, villalar, müstakil evler birbiri ardına yıkılıp, bugünün, birdenbire “ne kadar çürük ve depreme dayanıksız” olduğunu öğrendiğimiz, apartmanlarına dönüşüyordu.

Eskinin hali vakti yerinde,  o dönemin zaman içinde varlığını önemli ölçüde kaybetmiş aileleri bu alışverişi bir çıkış yolu olarak görmüşlerdi. Araya bir de ölümler girip, miras kalan gayri menkuller varisler arasında paylaşılamayınca  dededen, babadan yadigâr evlerin arsaları kat karşılığı müteahhitlere devredilmeye başlanmıştı.

Böylelikle kârlı bir iş yaptıklarını düşünen mülk sahipleri üstünden çok da fazla bir vakit geçmeden anladılar aslında nasıl zarara uğradıklarını. İnanın, hangisiyle konuşsanız benzer pişmanlıkları dile getirdiklerini duyarsınız.

Kıymetli olan arazidir; birbirinin tıpatıp eşdeğeri iki binadan diyelim ki birini İstanbul’da diğerini herhangi bir taşra kasabasında inşa etseniz onların satış fiyatları arasındaki büyük fark pek güzel açıklar bu gerçeği.

İçinde yaşadığımız süreç ise, çoğunlukla, her dairesi farklı bir malike ait apartmanların yerini gökdelen yahut gökdelene yakın yükseklikteki konutların alması.

Binalarını yenilemenin, görece daha konforlu mekânlarda oturacak olmanın heyecanını yaşayan emlak sahipleri, henüz nasıl olumsuzluklarla karşılaşacaklarının farkında değiller.

En başta arsa paylarının hatırı sayılır bir bölümünü kaybettiklerini düşünmüyorlar. Dairelerine konulacak beyaz eşya konusunda, en hayati meseleymiş gibi,  müteahhitlerle giriştikleri hararetli pazarlıklara şahit oldukça, bu “arsa karşılığı beyaz eşya” alma gafletine hayret ediyorum.

Bizim yaşadığımız taşınmaza talip olan tanınmış bir yapsatçı firmanın mimarına “yapacağınız binanın depremde hasara uğramayacağını garanti ediyor musunuz?” diye sormuştum. Aldığım cevap “Betonarme kırılgan bir malzemedir, ‘hasar görmez’ diyemeyiz” olmuştu. Doğru söylüyordu.

Yani muhtemel bir zelzelede az ya da çok zarar görecek yeni konutların sakinlerinin, onca küçülmüş arsa payları ve sayısı onca artmış hissedarlar ile epeyce sıkıntı yaşayacakları aşikâr.

Betonarmenin belli bir ömrü var. Bu yeni binalar on on beş yıl içinde,  eskimeye yüz tutunca, artık yerlerine yenilerinin yapılması imkânı da kalmayacağından değer yitirmeye de başlayacaklar.

Evet, deprem tehlikesi var; evet, öyle bir tehlike gözetilmeden inşasına izin verilmiş çok gayri menkul mevcut. Ancak herkes gibi ben de bu dönüşümün gerçek amacının o ihtimali bertaraf etmek olduğuna inanmıyorum.

Yoksa, mesela Şişli’deki, Kurtuluş’taki, Mecidiyeköy’deki, Bağlarbaşı’ndaki, Moda’daki binalar daha mı yeni, daha mı sağlam ki müteahhitler en fazla Bağdat Caddesi bölgesi ve Nişantaşı gibi rantı daha yüksek semtlere yöneldiler.

Elbette depreme karşı önlem almak gerekiyordu fakat bunun yolu belki de pek çoğu sağlam yapıları alelacele yıkmaktan mı geçiyordu?

Şehirlerin olduğu kadar, semtlerin de korunması gereken bir kişiliği olduğu tamamen göz ardı edilerek mi yapılmalıydı bu dönüşüm…

Artık Ataköy’de miyiz, Caddebostan’da mıyız, Teşvikiye’de miyiz, Maslak’ta mıyız, Çengelköy’de miyiz ayırt etmek kolay olmayacak besbelli.

Her iklimin kendine özgü bir mimarisi olur. Biz ise mimarimizle iklimi bozduk.

Nereden çıktı “Fransız Balkonu” örneğin, bize gereken İstanbul balkonu değil miydi?

Hadi ondan vazgeçtim;  Beyoğlu’nda, Harbiye’de, şehir merkezinde uygun düşecek bir unsur nasıl olur da Erenköy gibi, Kalamış gibi, Kanlıca gibi yerlerde karşılık bulur…

En az yılın üç dört ayı nemli sıcaklarla bunaldığımız bir kentte balkonsuz evlere mahkûm olmak ne insanın doğasına ne çevrenin dokusuna yakışır.

Gerçi benim de içimden geçmiyor değildi; güzelim balkonları hem de her biri ayrı bir zevksizlikle kapatan, ardiyeye çeviren şehir sakinlerini bu “cezaya” çarptırmak.

Başbakanlığı sırasında Recep Tayyip Erdoğan “halkımızı kümes gibi yerlerde oturtmayacağız” demişti, iyi anımsıyorum. Gökdelenlerden söz ederken de toprağa uzak kalmanın olumsuzluklarından söz etmişti.

O yüzden nasıl küçücük ve toprağı kuş bakışı gören apartmanlarda yaşamak zorunda bırakıldığımızı  çözemiyorum.

Turgut Cansever İstanbul’daki bahçe kültürüne değinirken, yaşam alanlarını oluşturmada Batı kültürünün seyretmeyi, Doğu kültürünün yaşamayı esas aldığından bahseder.

Günümüz Türkiye’sinde ise öncelikli hedef  gösteriş yapmak olmalı.

Bir yüzme havuzu çılgınlığıdır gidiyor.

Bahçeli evlerini korumayı, öyle konutlar tasarlanmasını talep etmeyi, özel bahçelerine havuz yapmayı akıllarına getirmeyip, hevesle on beş yirmi katlı, otuz katlı gökdelenlerde yaşamayı seçenler şimdilerde yüzme havuzunda ısrarlı ve inatçılar.

Asırlık ağaçların kesilmesi umurlarında değil…

Balkonsuzluğu önemsemiyorlar… 

Rüzgâr koridoru bırakmayan, esintiyi kesen mimari oluşumdan gocunmuyorlar…

Çiçeğin, çimenin, toprağın kokusunu duymamak rahatsız etmiyor…

Ama ille de yüzme havuzu olacak yaşadıkları gökdelenin.

Çoğu kendisi girmeyecek zaten, maksat yüzme havuzlu binada oturuyor olmak.

Binanın değerini artırıyormuş… Elhak öyle…

Ya bu kadar öngörüsüz olmak;  su sıkıntısının giderek artacağını o havuzların o zaman nasıl problem olacağını hiç aklına getirmemek?

Bunca “taşla” çevriliyken hâlâ yeşilin kıymetini bilememek…

Yeşil deyince “peyzaj” amaçlı irili ufaklı birkaç bitkiyi anlamak.

Hele çamların, çınarların, ıhlamur ağaçlarının yok edilmesi, yerini anlaşılmaz bir palmiye merakının alması ayrı muamma.

Güney iklimlerine mahsus bir bitki niye bu kadar revaçta?

İstanbul’da doğsa bile İstanbullu olamamanın başlıca göstergelerinden biri de bu bana kalırsa.

İlle de Ege olacak, Akdeniz olacak… Hatta Venedik olacak ama İstanbul’da İstanbul’a benzer bir yer kalmayacak.

Çevreyle, iklimle ilgili sorunlarımız İstanbul’la sınırlı değil; kentsel dönüşümle de…

İşte geçen ay gündeme gelen zeytinliklerle ilgili şu mâhut tasarı.

“Kutsal meyve” zeytinin de, Egeli Homeros’un “sıvı altın” dediği zeytinyağının da ölüm fermanı.

Bir yandan “sağlıklı yaşam” için ardı arkası kesilmeyen tavsiyeler, reçeteler; öte yandan insanın ve toplumun sağlıklı kalmasına asla izin vermeyecek gelişmeler.

Zeytin Türkiye’nin iklim şartlarında yedi sekiz yıldan sonra ürün vermeye başlıyor, verim ise otuz beş seneden sonra alınıyormuş.

Zeytinliklerin yok edilmesi, yalnız çevrenin korunması, halkın sağlıklı beslenmesi bakımından değil ülke ekonomisi yönünden de cinayet.

Her yer “taş kestiğinde”, korkarım ne beden sağlığımız yerinde kalacak ne de ruh sağlığımız.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Ahmet Altan’ın dünya turu ve Nobel

Ahmet Altan cezaevindeki hücresinde anılarını yazarken “Ben sizi unutacağım ama siz beni hatırlayacaksınız” demiş...

Yazar, hayal gücü ve dünyayı dolaşmak

Ben bu defa müjdeler getiren bir eylül bekliyorum

Ahmet Altan’dan bir armağan

Washington Post’un 2017nin En Önemli 50 Kurgusu listesinde Ahmet Altan’ın ABD’de Endgame adıyla yayımlanan romanı da var

"
"