Elimde biraz önce gelen zarftan çıkan kitap var.
Öyle bir sevinçle doluyum ki yüzümdeki mutluluğu gören yazarının hapisten çıktığını haber aldım sanabilir.
Kitabın adı I Will Never See The World Again/Dünyayı Bir Daha Hiç Görmeyeceğim…
Yazarı Ahmet Altan.
Kitap gelmeden önce The Guardian’da hakkında çıkan kritiği okumuştum.
Simon Callow “Bazı kitaplar için eleştiri yazmak insana hadsizlik gibi gelir. Bu kitap da onlardan biri” diye başlamıştı yazısına. “Kendini öyle açık, emin ve bilgece anlatıyor ki yalnızca tek bir şey söylemek gerekiyor: Okuyun. Sonra yeniden okuyun.”
Bu ay Britanya’da yayımlandığında Amazon’da bestseller olan, merakla beklediğim kitabı hemen okumaya başlıyorum ben de.
Her satırında Callow’un “duruluğunu ve saydamlığını asla kaybetmiyor, rüyalar nasıl capcanlıysa öyle capcanlı” değerlendirmesine hayranlıkla tanık olarak.
Bu hayranlık yalnızca yazarın edebî gücüyle, kaleminin ustalığıyla sınırlı kalmıyor.
Ahmet Altan’ın olağanüstü moral kuvveti, içinde bulunduğu tarifi zor şartlarda bile umudunu hep diri tutması insanda hayretle karışık bir saygı uyandırıyor.
Öyle bir kuvvet ki aynı zamanda okuyanı da sarsıyor ve kendi hayatında nasıl bir dertle, sorunla, güçlükle veya çıkmazla karşı karşıya olsun onun içinde de dev gibi bir umudu canlandırıyor. Onlarla mücadele etme arzusu aşılıyor.
I Will Never See The World Again “maneviyatın da zaferi” Simon Callow’un tanımıyla.
O zafer dalga dalga yayılıyor dünyanın dört bir yanına.
Hindistan’ın en eski ve en etkili gazetelerinden The Hindu’daki Nobel Edebiyat Ödülleri’ne ilişkin yazısında kıdemli gazeteci ve editör Mini Kapoor, Ahmet Altan’a özel bir başlık altında geniş bir yer ayırmış. “Nobel yazarlarının manevi gücü, Türkiye’nin etkili gazetecisi ve yazarı Ahmet Altan’ın cezaevi yazılarının bu ay çıkan İngilizce baskısının ardından bir kez daha belirginleşti. (…) Şu anda Türkiye’de tutuklu onlarca gazeteci ve yazar arasında en önde gelen isim Altan.”
Kapoor, Nobel ödülü sahibi otuz sekiz kişinin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hitaben yazdığı açık mektubun Altan’ın serbest bırakılmasına yönelik dünya çapındaki mücadelenin dayanak noktası olduğuna dikkat çekiyor ve Ahmet Altan’ın I Will Never See The World Again kitabında topladığı denemelerin bir bütün olarak yazarın öykücülüğe nasıl her zaman sadık kalınacağına dair bir manifestosu olduğunu söylüyor.
Ve Altan’dan alıntı yapıyor: “Bu dünyada bir dinleyici bulan herkesin anlatacak bir hikâyesi vardır, zor bulunan hikâye değildir, dinleyicidir. O kafesteki dinleyici de bendim.”
Mimi Kapoor bir tek Ahmet Altan’a özel yer ayırdığı makalesini Nobel Akademisi’ne seslenerek sonlandırmış. “Yazarın bugün dünyada hiç olmadığı kadar büyük bir yeri var- Edebiyat Nobeli’nin bunu, Akademi’deki idari değişikliğin ötesine geçecek şekilde yansıtmanın yolunu bulması gerekiyor.”
Kapoor’un yazarların dünyada her zamankinden daha büyük yer kapladığını söylerken, Ahmet Altan’a ayrıcalıklı bir yer ayırması boşuna değil. Cezaevinde yazdığı on dokuz denemeden oluşan bu son kitabı şu ana kadar sekiz dile çevrildi ve on yedi ülkeye satıldı.
İlk kez Almanya’da yayımlandığında Britanya baskısında olduğu gibi Almanya Amazon’da da bestseller oldu.
Norveç’te büyük alaka topladı ve eleştirmenler kitaba “muhteşem” anlamına gelen altı puan verdiler.
Eleştirmenlerden gördüğü teveccüh kadar sosyal medyada da ilgi gördü. Aralarında Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Dunja Mitoviç’le Birleşmiş Milletler Düşünce ve İfade Özgürlüğü Raportörü David Kaye’in de bulunduğu çok sayıda tanınmış isimle birlikte farklı ülkelerden okurlar kitaba dair görüşlerini, beğenilerini sosyal medya hesaplarından paylaştılar.
Avrupa’nın çeşitli kentlerinde Ahmet Altan’ı ve kitabını konu alan özel etkinlikler yapılıyor.
Onlardan biri de İskoçya’daki, dünyanın tek biyografi ve anı kitapları festivali Boswell. Önümüzdeki Mayıs ayında, bu festivalde Ahmet Altan’ın davetli olup katılamadığı toplantıda bir yazar, bir editör ve bir akademisyen onun “hapishane anılarını içeren fevkalade kitabı I Will Never See The World Again”i konuşacaklar. Ahmet Altan özelinde yazarların değişmez önemine ve günümüzün tehlikeli dünyasında özgürlüklerin nasıl kırılgan kaldığına vurgu yapacaklar.
Okuduğunuzda anlıyorsunuz ki şaşırılacak bir şey yok bunda. Çünkü elinizdeki eser edebiyattan da öte bir değer taşıyor. O değer, yazarının sadece edebî dehasının değil kişiliğinin, “içindeki hayal gücüyle tetiklenen kudretinin” yazıya sızmasından doğuyor.
Simon Callow Oscar Wilde’ın De Profundis’ine, Dostoyevski’nin Ölü Evinden Notlar’ına gönderme yapmış ve Yasemin Çongar tarafından harikulade biçimde İngilizceye çevrilen I Will Never See The World aAgain’in bunları gölgede bıraktığını yazmış.
Ama her şey ve hepsi bir yana…
O “Her şeyin bir şifası var. Hasret hariç” dediğinde…
“Ben hayattaydım ama hayat ölmüştü” yazdığında…
Kalbim derinden sızlıyor, içim burkuluyor.
Dokunaklı cümlelerin açtığı yaralar yine yazarının hiç kaybolmayan ironisiyle sarılıyor.
Tam da Simon Callow’un vurguladığı gibi: Mapusluktan çok özgürlük üstüne bir kitap çünkü.
Belki de umudun gücü üstüne.
Ünlü yazar Ariel Dorfman “Ahmet Altan’ın adını hatırlayın. Onu Boethius, Cervantes, Gramsci, Soyinka, Soljenistin gibi asırlar boyunca hapishaneden yazan büyük seslerin yanına koyun ve onun hikâyesinden dolayı gözyaşları dökün, uğradığı haksızlık için üzülün” diyor. J.M. Coetzee, A.L.Kennedy gibi diğer tanınmış yazarlarla benzer şekilde.
Ahmet Altan cezaevindeki hücresinde anılarını yazarken “Ben sizi unutacağım ama siz beni hatırlayacaksınız” demiş.
Callow “Nobel ödülü kazanmış seksen kişi protesto etti, sonuç alamadı. Altan’ı oradan söküp almak için yeri göğü birbirine katmalıyız” sözleriyle bitirmiş yazısını.
Benim aklımda Altan’ın “Hayalet gibi ışıkta bembeyaz görünen elimle bir kaleme uzanıyorum. Karanlıkta bile yazabilirim” cümleleri.
Anlıyorum. Ne kadar gölgeler içinde bırakılmaya çalışılsa nafile.
O ruhun ve edebiyatın ışığı her karanlığı deler, geçer.
-