02 Kasım 2012

Zor bir konu: Eşcinselliğe bilimsel ve objektif bakabilmek

Eşcinsellik, şüphesiz, insanlık tarihi kadar eski bir durum, tüm tarih kitaplarında, efsanelerde, arkeolojik buluntularda izlerine rastlanıyor...

 

Eşcinsellik, şüphesiz, insanlık tarihi kadar eski bir durum, tüm tarih kitaplarında, efsanelerde, arkeolojik buluntularda izlerine rastlanıyor. Öyle gözüküyor ki, insanlığın bilinen tarihi boyunca toplumsal kabul görüp, ahlaken onay verildiği dönemler olduğu gibi (mesela Roma), görmezden gelindiği ya da dışlanıp eziyet edildikleri dönemler de var.. Halen Batı Avrupa ve ABD' nde eşcinseller, tarihin belki de en özgür dönemini yaşasalar da İran, Suudi Arabistan, Moritanya ve Nijerya gibi ülkelerde idam cezasıyla cezalandırılmaya devam ediyorlar, homofobik cinayetlere ise dünyanın her yerinde rastlanıyor.

Türkiye'de 2009'da yapılan bir araştırmada insanların %87 si eşcinsel bir komşu istemediklerini söylediklerine göre, her ne kadar sosyal hayatta, medya da eşcinseller daha rahat gözükebilseler ve kendilerini ifade edebilseler de, ülkemizde de ciddi bir ayrımcılık ve etiketlenmeye maruz kaldıklarını söylemek sanırım çok abartılı olmaz.

Kinsey'in 1950'lerdeki raporlarında ABD'nde hayatı boyunca herhangi bir şekilde eşcinsel ilişki yaşamış bireylerin oranını %10 olarak vermesi tartışılır bir rakam olsa da modern çalışmalar eşcinsel cinsel yönelimi olan kişilerin oranının %3-8 arasında gösteriyor. Burada çok karıştığı için, iki temel kavramın birbirinden farkını vurgulamak gerek; cinsel yönelim; kişinin cinsel olarak, kimi çekici bulduğuyla ilgilidir, cinsel kimlik ise kişinin kendini hangi cinsten olarak gördüğüdür, örneğin bir kişi erkek cinsel kimliğine sahip ve kadınlardan hoşlanıyor, cinsel olarak onları çekici buluyorsa bir heteroseksüeldir, kendini bir erkek olarak tanımlıyor, cinsel kimlik olarak erkekliği benimsiyor ama hemsinslerini çekici buluyorsa eşcinseldir.

Cinsellik, çok karmaşık, farklı kültürel, çevresel, hormonal, genetik etkiler altında şekillenen dolayısıyla her bireyin kendine has cinselliğinin geliştiği çok özel bir durum. Halen daha, cinsel yaşamları hakkında konuştuğum danışanlarımdan, hiç beklemediğim, şaşırtıcı derecede renkli hikayeler duyabiliyorum. Dolayısıyla, kapılar kapandıktan sonra herkesin cinsel hayatı çok özel ve özgün, orada gündelik hayattaki kural ve ahlaki tanımlamalarla konuşmak çok zor ve bir psikiyatrist olarak yargılayıcı olmadan anlamaya çalışmak en doğrusu.

Ne var ki, hiç birimiz, psikiyatrist ve klinik psikologlar da dahil, önyargılardan ve ideolojilerimizden bağımsız değiliz. Hepimizin belirli durumlar karşısında takındığı siyasi duruşlarımız ve tutumlarımız var, cinsellik de böylesi bir alan. Eşcinsellik konusunda farklı yaklaşımların olması, alanın profesyoneli olmayanların da kafasını karıştırıyor, bunların başında da eşcinselliğin hastalık olup olmadığı ve eğer hastalıksa tedavi edilip edilemeyeceği meselesi geliyor.

Sorunu kendi inanç ve deger sistemlerimiz üzerinden tanımlamaya çalışmak ve hep yaptığımız gibi yine ideolojik kaleler olusturmak yerine, Örnegin affective neuroscience (tam karşılığı olmasa da duygusal nörobilim diyelim şimdilik)' ın isim babasi büyük bilim adamı Jaak Panksepp' e bir kulak verelim..

Washington State Üniversitesi'nde, Panksepp, biyoloji yüksek lisans ogrencilerine sorar:

-Kaç cinsiyet vardır?

Öğrenciler hızlı bir şekilde yanıt verirler: 2

Panksepp bunun üzerine cevap verir, hayır en azından 4 cinsiyet var, çok büyük olasılıkla daha fazla... tabii ki standart versiyon, erkek vücudu içinde erkek beyni, kadin vücudu icinde kadın beyni olmasıdır, ancak vücut-cinsiyet uyumsuzluğunun oluşması ve kadınsı bir vücutta erkeksi bir beyin ya da erkeksi bir vücutta kadınsı bir beyin olusmasi da biyolojinin bir gerçekligidir' der..

Çok detaya girmeden, testosteron un vücut ve beyin erkeksileştirmesini, iki farklı kimyasal yolla yaptığını, bunlardan beyin erkeksileşmesini (maskulanizasyon) aromataz enzimi ile sentez edilen östrojen hormonu aracigiyla gerçekleştigini, 5 alfa redüktaz adlı enzim ile sentezlenen dihidrotestosteron (DHT) un ise vücudu erkeğe dönüştürme görevini yerine getirdiğini belirteyim ve devam edelim;

Çelişkili gibi gelse de erkek beyninin şekillenmesine östrojen aracılık ediyor. Örnegin ana rahminde , yeterince DHT sentez edebilen ancak aromataz enzimi eksikliği nedeniyle, yeterli derecede östrojen sentez edemeyen bir bebekte vücut erkek şeklinde geliştiği halde, yeterince östrojen ile karşılaşmadığı için feminize (kadınsı) kalan bir beyin yapısından bahsedebiliyoruz. Kadın ve erkek beyinlerin anatomik farklılıkları, ise , zaten gayet net olarak biliniyor.

Vücut dokularında , DHT eksikligi nedeniyle (doğumsal olarak 5 alfa redüktaz enzimi olmamasi durumu) tam tersi bir durum ortaya cikabiliyor,, bunun sendromal örnekleri ve tanımlanmış vakalar bulunuyor. Dışsal görüntü olarak kız olduklari için kız gibi yetiştirilen ama devamlı erkek akranlarla vakit geçiren sonra birden ergenlik doneminde testisin testosteron üretmeye başlamasiyla klitorisleri penise dönüşüveren cocuklar var Batı Hint adalarında...

Şimdi, hal böyleyken ve daha ana rahmindeki hormonal etkilerle başlayan cinsiyet şekillenmesini, kategorilere sokmak mümkün tabii (ama ne kadar anlamlı?). Panksepp' in teorisini insanlar üzerinde test etmek ve gözlemek olanağı henüz olmadı ama biraz önceki Hint adaları örneği gibi destekleyici bulgular var, ve deney hayvanlarında bu şekilde gelişen cinsel yönelimin, insanlarda da böyle olmaması için pek bir sebep yok gibi duruyor. Yani bir bebeğin kaşı, gözünün rengi, saçı nasıl ana rahmindeki etkilerle oluşuyorsa, cinsel yönelimi belirleyecek olan beyin yapılarının şekillenmesi de ana rahminde başlıyor.

Uzun süredir psikiyatri ve psikoloji camialarının meşgul olduğu bir diğer konu da 'onarma-değiştirme terapisi' adı altında yapılan ve eşcinsel yönelimi olan bireyleri heteroseksüelleştirme amacı taşıyan terapiler. Bu tür terapilerin etkili olduğu yolundaki en büyük kanıtlardan sayılan bir makalenin yazarı olan Columbia Üniversitesi Psikiyatri Profesörü Robert Spitzer, 2012 yılında, makalesinin hatalı olduğunu kabul ederek, profesyonel pişmanlığını dile getirdi ve bu tür onarıcı-düzeltici terapilerin etkinlğini gösteren bir referans olarak kullanılmamasını istedi.

Dünya'da bu tür terapiler genelde koyu dindar Hristiyan gruplar ve aşırı sağ-muhafazakar sivil toplum kuruluşları tarafından destekleniyor. Bizde de, zaman zaman medyada gördüğümüz, bu tarz terapileri savunan- öneren ve eşcinselliğin hastalık olduğunu öne süren psikiyatrist ve psikologların da aynı ideolojik formasyona sahip olduğunu söylemeye gerek bile yok. Zaten Amerikan Psikiyatri Birliği, Amerikan Psikologlar Birliği, Royal College (İngiltere) gibi meslek kuruluşlarının onarma terapilerinin etik olmadığını ve uygulanmaması gerektiği konusunda deklarasyonları var. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) cinsel yönelimin başlıbaşına bir hastalık sayılamayacağını ifade ediyor.

Neticede, kadınsı -feminen beyinleri düzeltip erkek gibi yasamaya ikna etmeye çalışanlar var ama kültürel ve ahlaki baskı nedeniyle cinsel yönelimlerini gizleyip zorlantılı heteroseksüellik yaşayanlar da, daha geçenlerde gazetelere düşen 'duşta pet şişenin üzerine düşen karpuzcu' gibi trajikomik olaylara vesile oluyorlar.

Eşcinseller, öyle veya böyle bir azınlık grubu olarak çeşitli baskılara , ayrımcılığa, sosyo-ekonomik olarak zorlantılı yaşamlara maruz kalıyorlar ve dolayısıyla , eşcinsellik kendi başına bir hastalık olduğu için değil, bu zor azınlık yaşantılarına bağlı olarak depresyon, panik bozukluk, alkol ve madde bağımlılığı gibi bazı psikiyatrik rahatsızlıklar açısından risk grubuna giriyorlar.. Kimse Zeki Müren dinlediği için ya da annesi babası yanlış eğittiği için eşcinsel olmuyor. Psikiyatristlerin eşcinsellikten ziyade, dolaylı olarak ortaya çıkan bu sorunlarda çözüm arayışlarına ve tedaviye yardımcı olması, bugünün bilimsel verileri ışığnda daha anlamlı gözüküyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Post-Partum depresyon ne yapar, ne yapamaz?

Post partum depresyon ise, geçmişinde depresyon geçirmiş olan veya depresyona genetik olarak meyilli kadınlarda ortaya çıkan ağır bir hastalıktır

Hazzın doruklarından ölümün soğukluğuna: Eroin

Eroin bağımlısı, cenneti görmüş ama orada kalamamış ve bu dünyayı mecburen bir süre daha çekmek zorunda kalmış bir insan gibi hisseder

Narsisistik ruhlar paranoid dünyalar kurar

Narsisizm, insan ruhunun olmazsa olmaz, fazla olursa da tadından yenmez bir parçası… Kendini sevmeyen, şeklini, şemalını, hayattaki yerini, duruşunu ve üretimlerini beğenmeyen birisinin, mutlu bir hayat sürmesi düşünülemez.

"
"