İradeye aşırı derecede önem verilen bir çağda yaşıyoruz. Modernitenin getirdiği yeni yaşam biçimleri ve beklentilerine uyum sağlayabilmek amacıyla gündelik hayatlarımızı planlarken, güçlü bir iradeye ihtiyacımız var. Ölümümüzden sonra, gerçek mutluluğa ve kutsal kitaplarda vaat edilen ödüllere kavuşabilmenin yolu da irademizi kullanıp, semavi dinlerin kurallarına uymaktan geçiyor. İster seküler yaşayın, ister hayatınızın öncelikler sıralamasında metafizik inancı en yukarı alın, her durumda irade, birçok sorunun çözümü için maymuncuk misali, vazgeçilmez bir insani özellik olarak önem kazanıyor.
Kilo almamak için her öğlen salata yemeye çalışan plaza çalışanı genç kadın, daha iyi gözükmek için gece saat 9’da yorgun argın spor salonuna giden orta yaşlı yönetici ve uzak akrabalarından birinin de öldüğü tansiyon hastalığından çok korktuğu için, tuzu hayatından çıkartıp salatalığın üzerine tuz ekerek yiyebilme keyfinden kendini ömür boyu mahrum eden pimpirikli emekli amca da iradesini kullanarak bunları yapmaya çalışıyor.
Bir diğer tarafta ise dinin emrettiği gibi yaşamaya çalışan insanlar da, örneğin bu uzun yaz günlerinde 17 saat aç ve susuz kalabilmeyi, bir çok dünyevi zevki zihinlerinden ve hayallerinden çıkartıp, sınırları kutsal metinlerce çizilmiş hayatlar içinde arzularını ketleyebilmeyi ve bedenlerine hakim olmayı iradelerini güçlendirerek başarmaya çalışıyorlar.
Oysa irade, o kadar da güvenilebilir bir insan meziyeti değil, hatta bizi yarı yolda bırakacağını da içten içe bilir, ama itiraf etmek istemeyiz. Diyet yapıp yapıp, bir cumartesi gecesi yemeğin ve tatlının dozunu kaçırarak iki haftalık diyetini heba edip kendine sinirlenen de, "Takva" filminde Erkan Can’ın oynadığı, genç ve güzel bir kadının cinsel cazibesine kapılıp bunun kaygısından dolayı psikoza giren inançlı tarikat üyesi de arzularını ketleyememenin ve iradelerine fazla güvenmelerinin bedelini ödüyorlardır aslında…
Davranış bilimlerinde, akademik çevrelerde uzun yıllar devam etmiş bir tartışma, insanın davranışlarının şekillenmesinde çevresel faktörler, eğitim ve kültürün mü yoksa biyolojik bazı yatkınlıkların mı daha ön planda olduğuydu, bu tartışma eski hararetini yitirmiş olsa da halen daha zaman zaman devam eder. Politik doğruculuğu esas alan psikolog ve psikiyatristler, biraz da 20.yüzyılın ilk yarısında oldukça etkili olmuş olan "sosyal Darwinizm’ kuramı nedeniyle biyolojik etkenlerin varlığına mesafeli durmuşlardır. Bunda haklılık payı da yok değildir. Çünkü güçlü olan sağ kalır prensibinin (aslında evrimin motoru olan doğal seçilim prensibi 'güçlülüğe' değil, yaşamda kalımı kolaylaştıran herhangi bir biyolojik özelliğe atıf yapar, mesela, yarasaların görmemesini güçlülük kavramıyla açıklamak pek kolay olmaz!) yanlış anlaşılıp, suistimal edilmesiyle ortaya çıkan sosyal Darwinizm, emperyalistlerin sömürgelerdeki topluluklara işkencelerine, Nazilerin, Slav ve Yahudileri aşağı ırk olarak görüp soykırım uygulamalarına, özürlü ve geri zekâlıların kısırlaştırılmasının savunulabilmesine zemin hazırlayarak, korkunç suçlara neden olmuştur.
Ancak, elektrik ampulünü bulan Edison’un, elektrik faturasından sorumlu tutulamayacağı gibi, davranışlarımızı şekillendiren genetik ve evrimsel biyolojik gerçeklikleri yok saymak da bilimsel açıdan kabul edilebilir değildir.
Doğumumuzdan itibaren insan olmamızdan kaynaklanan ve türümüze özgü bazı doğal becerileri beraberimizde getiririz. Örneğin, insanlar tarafından yetiştirilen bir şempanze, konuşmayı hiçbir zaman öğrenemez, ama örnekleri tarihte var olan, ormanda kaybolup, hayvanlar arasında büyüyen çocuklar, bulunup, insanlar arasına getirildiklerinde kısa bir süre sonra iletişim kurabilmeye ve dil öğrenmeye başlarlar. Gen kodlamaları arasında yaklaşık binde birlik bir fark bulunan şempanzeler ile bonobo maymunları siyah ile beyaz kadar birbirlerine zıttırlar. Şempanzeler, bilinen en saldırgan canlılardan biridir, bonobolar ise dost canlısı, barışçıl ve eğlenmeyi seven, ayrıca yüz yüze sevişmeyi keşfedebilmiş insan harici tek memelidir.
İnsanlarda, D4DR denilen dopamin ile ilgili bir genin biraz daha farklı ve uzun bir versiyonuna sahip olanlarda maceraperestlik ve girişimci ruhlu olma ihtimali oldukça yüksektir. Yani yüksek katılım ücretli "girişimcilik" kurslarına katılmanıza ve yeni bir şeyler yapabilmek için devamlı başkalarının sizi motive etmesine gerek kalmaz. Keza 17. kromozomumuzda bulunan serotonin taşıyıcılığı ile ilgili geniniz biraz daha kısaysa, kaygılı, insanlarla iletişim kurmakta zorlanan, gergin biri olma olasılığınız çok yüksektir.
Genetik olarak birbirinin tamamen aynısı olan tek yumurta ikizlerinin, sadece görüntüleri değil, kişilik ve yaşamsal tercihleri de benzerdir. Birbirinden ayrılmış şekilde yaşayan, doğumlarında farklı ailelere evlatlık verilmiş tek yumurta ikizlerinde, müzik zevklerinin, giyim kuşam alışkanlıklarının, dindarlık düzeylerinin, idam cezası ve kürtaj gibi netameli konulardaki fikirlerinin de şaşırtıcı derecede benzer olduğu saptanmıştır. Genetik kodlarımızın, nasıl biri olduğumuz konusundaki etkileri, sandığımızın çok ötesindedir.
Kişiliğimizin temellerini oluşturan bazı kalıpların- örneğin- yenilikçilik, sebat, zarardan kaçınma ve ödüllendirilmeye duyarlılık gibi- çok kalıtımsal nitelik taşıdığını biliyoruz bugün. Bu özellikler, daha doğumda, sizin hayat boyu oynayacağınız sahanın köşe direklerini belirliyor. Ama hemen korkmayın, tabii ki eğitim ve çevresel faktörler bu sahanın içinde ne yapacağınızı belirlemek gibi bir etkiye sahip, bu alanda ister futbol oynayın, ister ağaç yetiştirin ister yüzün, yüzölçümünü ve temel direklerin yerlerini değiştirebilmek mümkün değil yine de… Buradan çıkarılabilecek ders ise girişimcilik kurslarıyla girişimci olmanın imkansız olduğunu anlamamız olabilir.
İnsanoğlunun, kendini diğer hayvanlardan farklı ve üstün hissetmesine neden olan bir çok duygusal ve davranışsal özelliğinin, örneğin suçluluk duygusu hissedebilmesi ve merhametli olmasının ya da cinsel ahlakın, 5 milyon yılda gelişmiş, kuşaktan kuşağa genetik olarak aktarılabilen kodlamalar olması ve ortaya çıkışlarının, var olmayı ve yaşamda kalmayı kolaylaştırıcı biyolojik bir amacı olmasını kabullenmek kolay değildir. Ancak kadın güzelliği ve estetiğinin yuvarlaklık ve simetriyle, erkek güzelliğinin ise göğüs çevresi ve omuz genişliği ile tanımlanmış olması nasıl tesadüf değil ve üreme içgüdüsünün eseriyse, ahlakın ortaya çıkışı da o kadar biyolojik bir neden – sonuç ilişkisinin bir sonucudur. Ahlaki metinler, ilkel insanların keşfetmiş olduğu bir çok etik değeri sonradan formüle etmiştir.
İngilizcedeki 'salt' (tuz) ve 'salary' (maaş) kelimelerinin kökeni aynıdır. Roma döneminde, askerlerin maaşlarının tuz olarak da ödendiği söylenir. Rafine tuz ve şekerin fabrikasyon halde üretilemediği zamanlarda insanlar için ne kadar değerli olduğunu tahmin etmek hiç zor değil. Yüzbinlerce yıldır, yaşamamız için vazgeçilmez olan tuz ve şekeri, bulduğumuz yerde tüketmeyi o kadar içselleştirmişiz ki, son yüz senedir bu kadar kolay bulunabildiğinin hala ayırdında değiliz belki de…. Bu yüzden, ne kadar irade kullanmaya çalışırsak çalışalım, tuzlu ve tatlı yiyecekleri abartılı bir şekilde tüketmemeyi, başaramıyoruz. Şişmanlık ve hipertansiyon modern çağların vebası olarak en büyük sağlık sorunlarımızı oluşturuyor günümüzde.
Çoğu zaman mantıksız ve doğru olmadığını bildiğimiz şeyler yapıyoruz. Hayatımız çok yolunda ve huzurluyken, patronumuzla kavga edip işimizi kaybederiz, kısa süreli heyecanlar için eşlerimizi aldatırız, komşunun çocuğuna kötü davranırız, arkadaşlarımıza yalan söyleriz. Kumar oynar ve sağlığımızı riske edecek kadar içki içebiliriz Bunların hepsi biyolojik olarak açıklaması mümkün olan, ancak rasyonel olmayan davranışlardır. Çünkü insan ruhu ( iyi ki de!) rasyonellik üzerinden şekillenmemiştir.
Bizler, içinde yaşadığımız doğanın, eşit ve basit bir parçasıyız, etrafımızdaki hayvanlardan, böceklerden, ağaç ve çiçeklerden bir üstünlüğümüz yok. Kendimizi kandırdığımız dev aynasına bakmayıp, doğanın kanunlarıyla uyumlu ve dengeli olsak, çevremizle, diğer insan topluluklarıyla ve en önemlisi zaaflarımız olduğunu bilerek kendimizle- barışık ve mutlu yaşayabiliriz. Üzerimize uymayan, rahatsızlık veren, kendimizi şartladığımız şablonlar, doğamızla, biyolojik bir varlık olduğumuz gerçeği ile bağdaşmayanlardır. İnsan ruhunu anlayabilmek için bir kılavuz arıyorsak, lise 1. Sınıf biyoloji ders kitabından başlayabiliriz…
Not: Bu yazıda Steven Pinker'in 'Blank Slate -Modern Denial of Human Nature' ( Boş Sayfa-İnsan Doğasının Modern İnkarı) ve A.G. Cairns Smith 'in 'Evolving the Mind on The Nature of Matter and Origin of Consciousness' ( Zihnin Evrimi : Maddenin Doğası ve Bilincin Kökeni Üzerine) kitaplarından faydalandım.