"En iyiler hekim olmalı" cümlesi dünyada tüm ülkelerde kullanılır. İnsan vücudunu bilen, müdahale bilgisi ve yetkisine sahip tek meslek olan hekimlik beraberinde uzun ve yorucu bir eğitimden sonra önemli sorumluluklar getiriyor. Bu sorumluluğu başarılı bir şekilde yerine getireceklerin becerikli ve nitelikli olması gerekiyor elbette.
Türkiye'de tıp fakültelerine girebilmek için Yüksek Öğretim Kurumlar Sınavına (YKS) girmek ve bu sınavda ilk 50 binlik dilimde olmak gerekiyor. Şimdiye kadar taban puanlar 15 binlik dilimin altına düşmezken, bu yıl 30 bin barajına ulaştı. Bu eğilim devam ederse çok yakında ÖSYM'nin koyduğu alt sınır olan 50 bin barajına ulaşılacak. En iyiler artık hekim olmak istemiyorlar. Halen hekim olanlar da yurt dışına gitme telaşında.
Bu durumun nedenlerini herkes artık biliyor: Çalışma koşullarının kötülüğü, şiddet, özlük haklarının yetersizliği ve daha onlarca neden sayılabilir. Bunların düzeltilmesi adına yöneticilerden tek bir adım bile atılmaması da utanç verici. Burada söz konusu olan ülkenin geleceği ve ülkenin sağlığı, göz ardı edilecek bir olay değil.
Bu kaotik ortamda konuşulmayan ve göz ardı edilen bir başka önemli konu da tıp eğitiminin kendisi. Tıp fakültelerindeki eğitimin yetersizliği sıklıkla gündeme getiriliyor. Ülkenin her köşesine yeterli alt yapısı ve öğretim elemanı olmayan tıp fakültelerinin açılmasının bu sonucu getireceği söylendi durdu ama dinleyen yok.
Lisans eğitimini hakkıyla çözemediğimiz için mezuniyet sonrası eğitim hiç gündeme gelemiyor. Tıp fakültesi sonrası uzmanlık eğitimi alanlar kendilerini geliştirmeye devam ediyorlar. Uzman olduktan sonra da ilgili uzmanlık dernekleri, kongreler ve dijital eğitim olanaklarını kullanarak kendini güncel tutmaya istekli üyelerine destek olmaya çalışıyorlar. Bu programların ne kadar etkili olduğu ve üyelerin ne kadarının bu eğitim programlarına katıldığı ayrı bir tartışma konusu.
Geniş bir hekim kitlesi ise uzmanlık eğitimi almıyor ve mesleklerini pratisyen hekim veya aile hekimi olarak sürdürüyor.
Hacettepe Tıp Fakültesi öğrenciliğim bana Prof. Dr. Nusret Fişek'i görme ve anlama fırsatı verdi. Nusret Hoca Türkiye'de halk sağlığı disiplininin kurucusu ve sosyalleştirilmiş sağlık hizmetlerinin mimarı olarak tanınır.
Tıp fakültesi dördüncü yılında öğrenci olarak ve son sınıfta intern olarak halk sağlığı stajlarımızda Çubuk ve Etimesgut'taki köylerde sağlık ocaklarına giderdik. Bu köylerde muayene edilen hastalar daha ileri tetkik ve tedavi gerektiğinde ikinci basamak hastaneleri olan Çubuk ve Etimesgut Bölge Hastanelerine sevk edilirdi. Eğer bu hastanelerde de yeterli sağlık hizmeti verilemezse hastalar üçüncü basamak hastanesi olarak Hacettepe Tıp Fakültesi Hastanesi'ne sevk edilir ve tedavileri orada tamamlanırdı.
Sevk zinciri ile verilen sağlık hizmeti tamamen ücretsizdi. Nusret Hoca basamaklandırılmış sağlık sisteminin nasıl işleyeceğinin örneklerini topluma ve öğrencilerine yaşatarak göstermekteydi.
Benim için en çarpıcı uygulama ise köyden bölge hastanesine gönderilen hastalar hakkında geri bildirimde bulunulmasıydı. Hastanın yakınmalarının ve sevk nedeninin yazıldığı formda geri bildirim kısmı da mevcuttu ve sağlık ocağı hekimine sevk edilen hastaya neler yapıldığı, ne tanı konulduğu ve nasıl tedavi edildiği bildirilirdi. Bundan iyi mezuniyet sonrası eğitim olur mu?
Günümüzde ise tıp fakültesini bitiren hekim yapayalnız kalıyor. Çoğu kez yakınında gerektiğinde danışacak bir meslektaşını bile bulamıyor. Sevk ettiği hastaya neler olduğunu ise, özel bir gayret sarf etmezse, hiç bilemiyor.
Nusret Hoca'nın kurmaya çalıştığı sistem "Sağlıkta Dönüşüm Programı" ile tümüyle yok edildi. Aile hekimliği sistemi ile basamaklandırılmış bir sağlık sistemi planlanmıştı ama bu da, bence bir daha geri gelmemek üzere, popülizme kurban gitti.
Sağlık sisteminin ve tıp eğitiminin iyi bir yolda olmadığı ortada. Nusret Hoca'nın yerleştirmeye çalıştığı sisteme geri dönüp bakmanın ve günümüze uygun koşullarla uygulamanın zamanı gelmiş gibi duruyor.