12 Mart 2023

Taksirli suçlar ve deprem gerçeği karşısında yaşam hakkını korumak için devlet ne yapmalı?

Deprem gerçeği karşısında daha da önem kazanan taksirle öldürme suçları ve yaptırımları konusunun yeni bir meclis ve siyasal iktidar tarafından tam bir hukuk revizyonuna tabi tutulmasının zorunlu hale geldiğini düşünmekteyim

Sadece Cumhuriyet tarihinin değil yüzyıllardır Anadolu coğrafyasının gördüğü en büyük depremler olan, ancak özellikle ABD, Japonya, hatta Meksika, Şili gibi ülkelerde vuku bulan benzerlerine (7.5 ve üzeri) oranla kat kat fazla can kaybına yol açan 6 Şubat depremlerinin yaralarının sarılmasına başlandı. Henüz çadır ihtiyacı bile tam olarak karşılanamamışken 21-b ihalelerine jet hızıyla girişildi.

Büyük can kaybının başlıca sorumluluğu müteahhitlere yüklendi, bunlardan birkaç yüzü tutuklandı. Diğer yandan, siyasi iktidarın 20 yıllık uygulamasında görüldüğü gibi, felaketin bu kadar büyük olmasında 20 yıldır önlem almayan, gerekli denetimleri yapmayan kamu görevlilerinin ve devleti yöneten siyasi iradenin sorumluluğu üzerinde yeterince durulmuyor.

Aksi yöndeki iddialı söylemlere karşın, sorumluların gereken şekilde yargı önüne çıkarılacağı ve kamu vicdanını tatmin edecek şekilde cezalandırılacakları konusunda iyimser olmak mümkün değil. Kamu görevlilerinin de ciddi kusurlu olduğu açıkça görülen ve bilinen Soma maden faciası, Çorlu tren kazası gibi olayları takip eden yargı süreçlerine idarenin yaklaşımı, bu olaylarda sorumluluğu bulunan kamu görevlilerini yargı önüne çıkarmakta gösterdiği direnç kadar, suçlu olan özel kişilerin de yeterli cezalara çarptırılmaması, derece mahkemeleri ile temyiz mercii arasında defalarca gidip-gelen dosyalar ve Anayasa Mahkemesinin yaşam hakkının ihlaline dair verdiği kararlardan sonra bile yeniden yargılama yoluyla tatmin edici şekilde kesin karara bağlanamayan ceza davaları ibret verici örneklerdir.

Bu defa da yargı süreçleri işliyor denilerek aynı olayların sahneleneceği, yıllar hatta on yıllar sürecek davaların sonunda on binlerce kişinin ölümüne kusurlu eylemleriyle yol açmış kişilerin doğru dürüst hapis bile yatmadan toplum içinde hayatlarına serbestçe devam edecekleri maalesef şimdiden görülebilmektedir.

Bu durumun iki nedeni vardır:

Öncelikle, taksirle insan öldürme konusunda toplumumuzda zaten var olan ve özellikle AKP iktidarı tarafından son 20 yılda yaygın biçimde istismar edilen yanlış kadercilik kültürü, olumsuz bir iklim yaratmaktadır. Sürücünün biraz daha dikkatli ve bilinçli davranması halinde önlenebilecek bir trafik kazasında ya da sadece işyeri güvenliğine uyulması halinde meydana gelmeyecek olan bir ölüm olayı meydana geldiğinde "Ne yapalım, kader. İsteyerek olmadı ya" denir. Ülkeyi yönetenler, maden faciasına "işin fıtratında var", depremde "kader planı" der işin içinden çıkarlar. Kurallara uymanın, biraz daha dikkatli ve sorumlu davranmanın yok yere insan hayatının son bulmasını önleyeceği gerçeği hep unutulur, unutturulmak istenir.

İkinci neden, bizatihi pozitif hukukumuzun kurallarıdır. Anayasa dahil, mevcut hukuk kuralları taksirle ölüme sebebiyet suçlarında, gerek sonuç cezalar gerek bu cezaların infazı ve neticeleri yönünden son derece yetersizdir. Taksirle öldürme suçu için kanunda öngörülen ceza yaptırımları, infaz kanunlarında yapılan değişikliklerin de sonucu olarak adeta kuşa dönmüş, Türkiye tam anlamıyla bir taksirli suçlar cenneti haline gelmiştir.

6 Şubat depremlerinin sorumluları da yürürlükteki bu hukuk kuralları çerçevesinde yargılanacak ve -güya- cezalandırılacaklardır.

Bu nedenle, deprem gerçeği karşısında daha da önem kazanan taksirle öldürme suçları ve yaptırımları konusunun yeni bir meclis ve siyasal iktidar tarafından tam bir hukuk revizyonuna tabi tutulmasının zorunlu hale geldiğini düşünmekteyim.

Taksirli suçlar cenneti tabirini niçin kullandım? Öncelikle pozitif hukukumuzdaki kuralların uygulamadaki sonuçlarına bakmak gerekiyor. Dikkatsizlikle, sorumsuzlukla, çoğu kere de kazanç hırsıyla insan yaşamına son veren kişinin eylemine uygulanan ceza ile kimsenin burnunu bile kanatmayan, sadece ifade özgürlüğünü kullanan kişinin hareketine reva görülen cezaya bakalım. Ülkemizde bir büyükşehir belediye başkanı sarf ettiği iddia olunan sadece tek bir kelime yüzünden siyasi haklarından mahrum edilebilecek veya bir il başkanı eski birkaç sosyal medya paylaşımı nedeniyle siyasetten yasaklanabilecek iken, alkollü veya ehliyetsiz olarak kaza yapan, kırmızı ışık yandığı halde durmayarak yaya geçidinde yayaları ezen, aşırı sürat yaparak otobüs durağına dalan ve işine veya okuluna gitmek derdinde olan masum insanları öldüren bir sürücü, ağırca bir hapis cezası alsa bile belediye başkanı, milletvekili, meclis başkanı hatta cumhurbaşkanı olabilecektir. Halbuki hukuk kuralları olması gerektiği şekilde adil ve dengeli olsa, kötü niyetli uygulayıcılar elinde dahi vicdanları kanatan bu gibi durumlar ortaya çıkmayacaktı. 

Taksirli suçların kamu görevlerine seçilebilme veya girebilme hakkı karşısındaki durumu şöyledir:

1- TBMM üyeliği:

Anayasanın milletvekili seçilebilme şartlarını belirleyen 76. maddesinin ikinci fıkrasına göre toplam bir yıl veya daha fazla hapis ile ağır hapis cezasına hüküm giymiş olanların milletvekili olamayacakları hükme bağlanırken "taksirli suçlar hariç" denilmek suretiyle toplam kaç yıl hapis cezasına çarptırılmış olursa olsun suçun taksirle işlenmiş olması halinde hükümlünün milletvekili olabilme yolu açık tutulmuştur. 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu'nun 11. maddesi de yine Anayasaya paralel olarak düzenlenmiş ve taksirli suçlardan mahkumiyet milletvekilliğine engel bir hal olarak görülmemiştir.

2- Cumhurbaşkanlığı:

Anayasanın cumhurbaşkanı olabilme şartlarını belirleyen 101. maddesinde "milletvekili seçilme yeterliliğine sahip" olmak diğer şartlar yanında bir şart olarak sayılmıştır. Buna göre, cumhurbaşkanı adayı olmak için engel teşkil edebilecek hapis cezası mahkumiyetleri taksirli suçları kapsamamaktadır.

3- Belediye başkanlığı:

2972 sayılı Kanun'un 9. maddesi gereğince belediye başkanı ve belediye meclisi üyesi olmak için 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu'nun 11. maddesindeki sakıncaları taşımıyor olmak gerekmektedir. Buna göre, süresi ne kadar olursa olsun taksirli bir suçtan dolayı alınmış ceza mahkumiyeti belediye başkanı olmaya engel değildir.

4- Devlet memurluğu:

657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun devlet memurluğuna alınma şartlarını düzenleyen 48.maddesinin (A) fıkrasının 5.bendinde memuriyete engel hapis cezası almış olma halleri yine kasıtlı suçlarla sınırlı tutulmuş, taksirli suçlar memuriyete engel kabul edilmemiştir.

5- Muhtarlık:

Mahalle veya köy muhtarı olabilmeye taksirli suçlar yönünden mevzuatta bir engel bulunmamaktadır.

6-2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunundaki düzenleme:

Kanunun 11. maddesinin b-3 bendinde taksirli suçlar hariç beş yıl ağır hapis veya beş yıl ve daha fazla hapis cezasına mahkumiyetin, siyasi parti üyeliğine engel olacağı belirtilmektedir. Yani, süresi ne kadar olursa olsun taksirli suçlardan mahkumiyetin bir sonucu olmayacaktır.

7- 5237 sayılı Türk Ceza Kanundaki genel düzenleme: 

Türk Ceza Kanunu'nun 53 maddesinde, "Belli hakları kullanmaktan yoksun bırakılma" başlığı altında kişinin aldığı hapis cezasına mahkumiyetin kanuni sonucu olarak yoksun bırakılacağı kamu hizmetleri, seçme ve seçilme ehliyeti, velayet hakkı, vesayet ve kayyımlığa ait hizmetler, vakıf, dernek, sendika, şirket, kooperatif ve siyasi parti tüzelkişiliklerinin yöneticisi veya deneticisi olmak, bir meslek veya sanatı kendi sorumluluğu altında serbest meslek erbabı veya tacir olarak icra etmek şeklinde sayılmış, ancak bu haklardan yoksun bırakılma kişinin "kasten işlemiş olduğu suçtan dolayı" alacağı mahkumiyete bağı tutulduğundan, taksirli suçlardan alınacak hapis cezaları bu mahrumiyetlerin kapsamı dışında tutulmuştur. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 53.maddesinin (6) numaralı fıkrasında taksirli suçlarla ilgili olarak, "Belli bir meslek veya sanatın ya da trafik düzeninin gerektirdiği dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla işlenen taksirli suçtan mahkumiyet halinde, üç aydan az ve üç yıldan fazla olmamak üzere, bu meslek veya sanatın icrasının yasaklanmasına ya da sürücü belgesinin geri alınmasına karar verilebilir" denilmiştir.

Özetle, taksirli suçların hukukumuzda sonuçları bakımından kasıtlı suçlardan tamamen farklı ve adeta bir nevi "hoş görülebilir veya hafif suçlar" olarak değerlendirildiği görülmektedir.

Konunun tarihsel gelişimine kısaca bakmakta yarar bulunmaktadır.

1876 Kanunu Esasisinin 68.maddesine göre milletvekili yani Meclis-i Mebusan azası seçilebilmek için, diğer şartların yanında, şu şartlar gerekliydi:

"iflas ile mahkum olup da itibarı iade edilmiş olmamak, kötü halli olarak tanınmış olmamak, hacir altına alınmış (kısıtlı) olup da bu hali kaldırılmamış olmamak, medeni hakları kullanmaktan yasaklanmış olmamak".

1924 Anayasasının 12. maddesine göre de: "terhipli cezaları gerektiren suçlardan veya hırsızlık, sahtecilik, dolandırıcılık, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas suçlarından biriyle hüküm giymiş olanlar … milletvekili seçilemezler."

(Terhipli cezalar idam, müebbet kürek, müebbet ve muvakkat kalebentlik ve ebedi nefiy (sürgün) cezalarını kapsayan bir terimdi. Bugünkü ağırlaştırılmış müebbet hapis, müebbet hapis ve genel olarak beş yıldan fazla ağır hapis cezalarına karşılık gelmektedir.)

1926 tarihli eski Memurin Kanunumuzda "memur ve müstahdem olabilmek şartları" arasında da "hüsnü ahlak ashabından olmak ve muhilli haysiyet ve namus cürüm ve alelıtlak ağır hapis veya o derece cezayı müstelzim bir fiil ile mahkum bulunmamak" şartı yer almaktaydı.

1961 Anayasasının kabulüne kadar ne anayasada ne de kanunlarda milletvekili olabilme, kamu hizmetlerine girebilme ve kamu haklarından yararlanabilme konusunda kasıtlı ve taksirli suçlar yönünden bir ayrım bulunmadığı görülmektedir. Bu hizmetleri yapabilmek, suçun niteliği yani kişinin ahlaki bakımdan güvenilir olmadığını gösteren suçları işleyip işlemediği ve hükmedilmiş olan cezanın ağırlığı ile ilişkilidir.

1961 Anayasasının milletvekili seçilebilme şartlarına ilişkin 68.maddesinin ilk kez olarak, beş yıldan fazla hapis cezasıyla mahkum olmamak şartına "taksirli suçlar hariç" şeklinde bir istisna hükmü getirdiği görülmektedir. Her ne kadar Kurucu Meclis Anayasa Komisyonunun maddeye ilişkin gerekçesinde ve anayasa teklifinin gerekçesinde sadece "Eski anayasamızdaki hükümlerin tekrarından ibarettir" denilmekle yetinilmiş ise de Anayasaya, daha önce anayasada yer almayan "taksirli suçlar" şeklinde bir hukuki kategorinin ilk kez yaratıldığı görülmektedir.

1961 Anayasasından önceki dönemde 765 sayılı eski ceza kanunumuzun 11. maddesinin 6. bendine göre hidematı ammeden memnuiyet (kamu hizmetlerinden yasaklılık) ayrı bir ceza olup, 20. maddeye göre siyasi haklardan ve seçme-seçilme haklarından, Büyük Millet Meclisi üyeliğinden ve her türlü seçime tabi devlet, belediye ve köy yönetim görevlerinden ve bunların denetimi altında olan kurumların her türlü hizmetinden yasaklanmayı içermekteydi.

Bu dönemde taksirle ölüme sebebiyet suçu 765 sayılı eski Türk Ceza Kanununun 455. maddesine göre iki yıldan beş yıla kadar hapis ve 250 liradan 2500 liraya kadar ağır para cezasına mahkumiyeti öngörmekteydi. Eğer fiil birkaç kişinin ölümüne yol açmış veya bir kişinin ölümünün yanı sıra bir veya birkaç kişinin de yaralanmasına sebep olmuşsa ceza dört seneden on seneye kadar hapis ve 1000 liradan aşağı olmamak üzere ağır para cezası idi. (1953 yılı 6123 sayılı kanunla değişik). Ancak, 23.7.1964 tarih ve 501 sayılı kanunla maddeye bir fıkra eklenerek, bu cezaların kusurun derecesine göre sekizde birine kadar indirilebilmesi öngörülmüştü.

765 sayılı Türk Ceza Kanununda "tedbirsizlik veya dikkatsizlik veya meslek ve sanatta acemilik veya nizamat ve evamir ve talimata riayetsizlik ile bir kimsenin ölümüne sebebiyet vermek" şeklinde düzenlenmişti. Bu suçtan dolayı verilen ceza hapis cezası olduğu için, ağır hapis cezasında uygulanabilen (765 sayılı kanun madde 31) kamu hizmetlerinden yasaklanma cezası uygulanmamakta ancak, belirli bir meslek veya sanatı belli süre için icra etmekten men edilme cezası verilmekte idi.

Taksirli suçlar konusunun Osmanlı döneminden başlayarak günümüze kadarki düzenlenme şekline bakıldığında, genel olarak basit ihmal ve dikkatsizlikten doğabilecek kazalar, trafik kazaları ve tıbbi hatalar gibi olayların çok ağır olmayan yaptırımlara bağlandığı, binaların depreme dayanıklı olarak inşa edilmemesi sonucu meydana gelebilen toplu ve çok büyük sayıda can kayıplarının bu tür bir suçun cezalandırılmasında hiç hesaba katılmadığı anlaşılmaktadır. 1999 depreminden sonra yasalaşmış olan 5237 sayılı Türk Ceza Kanunundaki düzenlemeler dahi son derece yetersizdir.

Doğal nedenler dışında en büyük insan kaybı nedenimiz taksirle yol açılan ölümlerdir.

Taksirle ölüme sebep olmanın en yaygın şekli trafik kazaları, iş kazaları ve ateşli silahla ölüme sebebiyet olaylarıdır. Depremde bina çökmesi konusu üzerinde uzun yıllar fazlaca durulmamıştır. Ancak özellikle 1999 Marmara depreminden sonra, çöken binalardaki yapım kusur ve eksiklikleri nedeniyle on binlerce vatandaşımızın hayatını kaybetmesi üzerine bina müteahhit ve yapım sorumlularının taksirle ölümden sorumlu tutulması ciddi biçimde tartışılmaya başlanmıştır.

Trafik kazaları ile depremde ölümler arasında bir karşılaştırma yapmakta yarar bulunmaktadır:

Cumhuriyet tarihimiz boyunca doğal nedenler ve hastalıklar dışında en büyük ölüm sebebi olan trafik kazalarına bakıldığında, bilimsel bir değer taşımamakla birlikte, aşağıdaki tespitleri yapabiliriz:

2015 yılı öncesinde trafik kazasında ölümler sadece kaza yerinde ölenlerle sınırlı olarak hesaplanırken, 2015 sonrasında kazayı takip eden 30 gün içinde kazaya bağlı olarak hayatını kaybedenler de kaza nedeniyle ölüm sayılarına dahil edilmektedir.

Bu şekilde kabaca bir hesap yapıldığında, 1923'ten 1950 yılına kadar trafik kazalarında ölenlerin sayısının ülke nüfusu ve araç sayısı itibariyle yıllık olarak en çok birkaç yüz; 1950-1970 yılları arasında da en çok 1000 civarında olabileceği, motorlu araç sayısının hızla artmaya başladığı 1970'lerden sonra ise yıllık 1000'in üzerine ve giderek kimi yıllar 7000'e varan sayılarda gerçekleştiği söylenebilir. Mesela 2011 yılında 3835, 2012 de 3750, 2013 de 3685, 2014 de 3524, 2015te 7530 (olaydan sonraki 30 gün hesaba katılarak), 2016'da 7300, 2017'de 7427, 2018'de 6675, 2019'da 5473, 2020'de 4866 2021 de 5362 ölüm kaydedilmiştir.

Buna göre, 1970 sonrası 50 yılda 250.000 olmak üzere Cumhuriyet tarihimiz boyunca 280-300.000 vatandaşımızın trafik kazalarında hayatını kaybettiğini varsayabiliriz.

Yine Cumhuriyet tarihi boyunca depremlerde kaybettiğimiz vatandaş sayısına gelince:

Resmi rakamlara bakıldığında, 1939 Erzincan depremi, 1999 Marmara depremi gibi en büyük afetler dahil toplam ölüm sayısının resmi rakamlara göre 60.000'in altında olduğu görülmektedir (son iki büyük deprem hariç). Ancak depremde ölümlerde, trafik kazalarından farklı olarak, tüm ölümler kayda girmemekte, ölenlerin bir kısmı yakınlarınca resmi işlem yapmaya bile imkan bulunamadan defnedilmekte, bir kısım vatandaşın akıbeti tespit edilememekte, ayrıca sonraki günlerde ölen yaralıların da sayısı bilinememektedir. Trafik kazalarında istatistiklerden, yaralılardan en az yüzde onunun sonraki günlerde hayatını kaybetmiş olabileceği anlaşılmaktadır. Ancak depremlerde yine trafik kazasından farklı olarak, yaralılardan bir kısmının enkaz altından ve kötü durumda, gecikme ile çıkarılabilmesi, deprem bölgesinde hazır ve etkin bir sağlık hizmeti bulunamaması, tam teşekküllü bir sağlık kurumuna vaktinde yetişmenin neredeyse imkansız oluşu gibi nedenlerle, yaralılardan depremi takip eden 30 gün içinde hayatını kaybedenlerin sayısının trafik kazalarındakilerden çok daha yüksek bir oranda olacağı tahmin edilebilir. Nitekim 1999 Gölcük depremindeki can kaybı resmi rakamlara göre 17.480 olup gerçekte 25-30.000 arasında olduğu tahmin edilmektedir. Yine 1999 kasım Düzce depreminde ölüm sayısı resmi olarak 845'tir ve gerçek sayıyı yansıtmamaktadır) Bu durumda, son iki büyük deprem hariç can kayıplarımızın asgari 100.000-120.000 civarında olabileceği anlaşılmaktadır.

Ölü sayısı henüz tam olarak belli olmayan ancak resmi rakamlara göre 50.000'e yaklaşan son depremlerde bazı uzmanlar toplam can kaybının 100.000'in üzerinde olabileceğini ileri sürmektedir.

Deprem böylece, doğal nedenler ve hastalıklar hariç, ülkemizde trafik kazalarından sonraki ikinci en büyük ölüm nedeni haline gelmiş bulunmaktadır. Depremde kaybettiğimiz insan sayısı, Türkiye Cumhuriyeti'nin girdiği tüm savaşlarda ve teröre karşı verdiği şehitlerden, adi cinayet şeklindeki adam öldürme olaylarından, iş kazalarından -ki bunlar da aslında iş cinayetleridir- kıyas edilemeyecek kadar fazladır.

Ancak daha korkunç ve üzücü olanı şudur ki, İstanbul'da gerçekleşmesi muhakkak olduğu tüm uzmanlarca ifade edilen büyük depremin yol açacağı insan kayıplarının da yine uzmanlarca tahmin edildiği gibi 50-100.000 arasında olması halinde deprem, trafik kazalarını da geçerek, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının yaşlılık ve hastalıklar dışında en büyük ölüm nedeni haline gelebilecektir.

Nihayet şunu da unutmamak gerekir ki depremin yol açtığı yıkımın ekonomik ve mali faturası yani topluma yüklediği maddi yük trafik kazalarıyla kıyaslanamayacak derecede yüksektir.

Devletin yaşam hakkını koruma görevi:

Devletin varlık nedenlerinin başında, vatandaşlarının can güvenliğini korumak gelir. Devlet öncelikle kendisi yaşam hakkını ihlal etmemek, yaşam hakkını ihlal eden kamu görevlilerinin etkin bir biçimde soruşturulmasını ve kovuşturulmasını sağlamak, özel kişilerin de kasten olsun taksirle olsun, insan öldürmelerini önlemek için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür. Devlet bu görevlerini, diğer önlemler yanında, etkili bir ceza siyaseti izlemek ve insan yaşamını tehdit eden eylemlere karşı yeterli yaptırımlar koyarak yerine getirebilir.

Bugünkü genel tabloda, cezanın üç temel amacı olan suçlunun ıslah edilmesi, mağdurun tatmini ve suça karşı caydırıcılığın sağlanması bakımından taksirli suçlara ilişkin mevcut hukuk düzenlemelerinin yetersiz kaldığı apaçık ortadadır.

Taksirle bir kişiyi öldürme suçunun cezası Türk Ceza Kanunu'nun 85.maddesine göre iki yıldan altı yıla kadar hapis, birden fazla insanın ölümüne veya bir veya birden fazla kişinin ölümü ile birlikte bir veya birden fazla kişinin yaralanmasına sebep olunmuş ise iki yıldan on beş yıla kadar hapistir.

Taksirle öldürme suçuna hapis cezasının yanında ayrıca para cezası öngörülmemiştir. Temel ceza, iyi hal indirimi yapılırsa iki yılın altına indiğinden erteleme kapsamına girmekte; ayrıca uzun süreli de olsa, bilinçli taksir hali hariç, para cezasına çevrilebilmektedir.

Türk Ceza Kanunu'nun 22. maddesinde düzenlenen bilinçli taksirin varlığı halinde suça ilişkin ceza üçte birden yarısına kadar artırılır. Kanunun 21.maddesinde düzenlenen olası kast halinde ise ceza, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını gerektiren suçlarda müebbet hapis cezasına, müebbet hapis cezasını gerektiren suçlarda yirmi yıldan yirmi beş yıla kadar hapse çevrilmekte, diğer suçlarda ise temel ceza üçte birden yarısına kadar indirilmektedir.

Buna göre, depremde kusurlu bir binanın çökmesi ve birden çok, hatta yüzlerce insanın ölmesi nedeniyle de olsa ağırlaştırılmış müebbet hapis veya müebbet hapis cezası verilememekte, ölüm sayısınca insan öldürme suçunun işlendiği kabul edilse ve yüzlerce yıl hapis talep edilse bile hapis cezasının üst sınırından yani yirmi yıldan daha fazlası uygulanamamaktadır. Bunun da kapalı ceza infaz kurumunda geçen kısmı çok daha az olmaktadır.

Yargıtay kararlarında olası kast çok nadir kabul edilmekte, en ağır kusur halinde bile sadece bilinçli taksir hükümleri uygulanabilmektedir. Bu depremden sonra da müteahhitler hakkında olası kasttan ceza verilmesi pek muhtemel görünmemektedir. Esasen, olası kasta hükmedebilmek için failin deprem olacağını ve insanların ölebileceğini öngörmüş, ancak bu sonucu umursamamış olması yani "kaç kişi ölürse ölsün" demiş olması gerekir. Bunun kanıtlanması güçtür. Halbuki genellikle depreme dayanıksız binaları yapanlar veya sonradan binaları dayanıksız hale getirenler (kolon kesme, kat çıkma gibi) "nasıl olsa deprem olmaz, olsa da bina yıkılmaz" düşüncesiyle hareket etmektedir. Bu durum, kanuna göre fiilin olası kast değil bilinçli taksir olarak nitelendirmesini gerektirmekte, verilecek ceza daha da azalmaktadır.

Cumhuriyet tarihinin en büyük deprem felaketi olan 6 Şubat depremlerinde de mevcut hukuki düzenlemeler karşısında sorumluların yeterince ceza almayacakları anlaşılmaktadır.

Ortaya çıkan bu tablo karşısında, başta trafik kazaları ve maden kazaları olmak üzere bütün taksirli suçlara ve özel olarak depremde bina çökmesi suretiyle ölüme yol açma suçlarına ilişkin kapsamlı bir ceza hukuku revizyonu yapılması yeni iktidarın ve meclisin öncelikli işi olmalıdır.

Bu kapsamda:

1. Türk Ceza Kanunundaki taksirle ölüme ve yaralanmaya neden olma suçlarına genel olarak verilecek cezaların alt sınırı artırılmalıdır. Ölüm halinde temel ceza 4 yıldan başlatılmalıdır.

Belirli bir sayıdan çok, mesela 30-40 tan fazla kişinin ölümü halinde bile sadece ikiden fazla kişinin ölümüne ilişkin ceza artırımı yetersizdir. Bu gibi "katliam" denebilecek durumlar için suç niteliği ve cezası, değişik bir tarzda yeniden düzenlenmelidir. Mesela ağırlaştırılmış müebbet hapis veya müebbet hapis öngörülmelidir.

2. Taksirle öldürme suçlarında hapis cezasının yanında ciddi ve anlamlı para cezası öngörülmelidir. Bu para cezası gerçekten etkili olmalı, her ölen kişi için ayrı ayrı hükmedilmeli, alt sınırı yüksek tutulmalı ve failin ekonomik ve sosyal durumuna göre 20-50 katına kadar artırılabilmeli veya failin sahip olduğu malvarlığının belli bir oranı üzerinden hesaplanarak belirlenmelidir. Para cezalarındaki bu farklılıkların Anayasanın eşitlik ilkesine aykırılık oluşturacağının ileri sürülmemesi için gerekirse, Anayasanın suç ve cezaların esaslarını belirleyen 38.maddesine, para cezalarında failin ekonomik ve mali gücüne göre farklı oranlar ve miktarlar uygulanabileceğine dair bir Ek Fıkra eklenmelidir.

3. Taksirli suçlara bu kadar müsamahakar davranılmamalıdır. Bu suçları işleyerek çok sayıda ölümlere neden olanlar, kasıtla suç işleyenler gibi, gerektiğinde kamu haklarından yeterli sürelerle yasaklanmalıdır. Birkaç sosyal medya mesajı veya bir kelime yüzünden seçilmiş büyükşehir belediye başkanlarına veya önemli siyasi görevlerde bulunan insanlara yasak getirilirken, direksiyonda uyuyarak veya madde etkisi altında otobüsü şarampole yuvarlayan bir şoförün muhtar, belediye meclisi üyesi hatta belediye başkanı olabildiği, yaptığı binaların çökmesi sonucu onlarca hatta yüzlerce kişinin ölümünden sorumlu müteahhidin, milletvekili, bakan olabildiği bir hukuk düzenine adil bir hukuk düzeni denemez ve böyle bir toplumda adalet duygusu tesis edilemez. İfade özgürlüğünün cezalandırıldığı, insan öldürmenin adeta hoş görüldüğü düzen son bulmalıdır.

4. İstanbul'da yeni bir büyük deprem çoğu uzmanlara göre yakın bir gelecekte yaşanacaktır. Yine ülkemizin hemen her bölgesinde, çok uzun müddettir deprem üretmeyen ancak 7,5 büyüklüğünde deprem üretebilecek yüzlerce fay hattı bulunduğu bilinmektedir. Kentsel dönüşüm, asıl amacı olan afet riskini azaltmada istenilen sonuçları verememiştir. Halen çok sayıdaki riskli yapının süratle depreme dayanıklı hale getirilmesi, kamu idarelerinin gücünü aşmaktadır. Nitekim tam bir felaket davetiyesi olan imar affında da yapıların sorumluluğu ilgililere bırakılmıştır. Ancak kişilerin yasal bir zorlama ve yaptırım olmadıkça binaları depreme karşı güçlendirip standartlara uygun hale getirmeyecekleri de açıktır. Bu nedenle depreme karşı yeterince dayanıklı olmayan bina üretimi hiç olmazsa bundan sonra ağır cezai yaptırımlara bağlanmalıdır.

Türk Ceza Kanunu'nun 171.maddesinde her ne kadar "genel güvenliğin taksirle tehlikeye sokulması" suçu düzenlenmiş ve bina çökmesi hali de öngörülmüş ise de bu suçun maddi unsurları farklı olduğu gibi suçun yaptırımı (üç aydan bir yıla kadar hapis) da çok hafiftir. Bu maddedeki suçun deprem riskinin azaltılması ile bir ilgisi bulunmamaktadır.

Bu nedenle mevzuata ve standartlara aykırı olarak bina yapılması veya bir bina mevzuata uygun yapıldığı halde sonradan yapılan tadilat ve uygulamalarla depreme karşı riskli hale getirilmesi, deprem vukuunda ölüm ve yaralanma olayı meydana gelip gelmediğine bakılmaksızın cezalandırılabilecek, yeni ve farklı bir suç şeklinde düzenlenmelidir. Yani, deprem olmasa ve bina çökmesi sonucu herhangi bir ölüm vuku bulmasa bile bir binanın böyle bir durumu tespit edildiğinde, inşaatından veya imalinden sorumlu olanlar hakkında her zaman resen soruşturma ve kovuşturma başlatılabilecektir. Diğer bir deyişle genel kastla işlenen bir suç olarak böyle bir suç ihdas edildiğinde, sorumlular "nasıl olsa deprem olmaz, olursa o zaman düşünürüz" şeklinde bir kayıtsızlık gösteremeyecekler, her an maruz bulundukları ceza tehdidinden kurtulmak için kendilerini harekete geçmek zorunda hissedeceklerdir.

Kuşkusuz dikkatli bir yasama çalışması gerektirmekle birlikte, bu amaçla ceza kanununa şöyle bir madde ilave edilebileceğini düşünmekteyim:

"İmar Kanunu'na tabi bir bina veya yapıyı deprem ve diğer doğal afetlere karşı dayanıklı biçimde ilgili mevzuata uygun olarak yapmayan veya mevzuata uygun yapılmış olsa bile sonradan depreme karşı riskli hale getiren kişi ve binanın projelendirme, inşa ve iskana açılma aşamalarında denetlemekle görevli olduğu halde bu görevini mevzuata uygun olarak yerine getirmeyen kişiler bu durumun tespiti üzerine 5 yıldan 15 yıla kadar hapis cezasına çarptırılır. (Burada cezanın alt ve üst sınırları arasında binanın kat adedi, içindeki bağımsız bölüm sayısı gibi hususlara bağlı olarak yarattığı potansiyel can kaybı riskinin mahkemelerce değerlendirilmesi amaçlanmaktadır)

"Birinci derece deprem bölgesi olarak belirlenmiş yerlerde bu ceza yarı oranında artırılır."

Failin her zaman soruşturma ve kovuşturması yapılabilecek olan bu suçtan gönüllü vazgeçmesi yani Türk Ceza Kanunu'nun 36.maddesindeki halin uygulanabilmesi için herhangi bir zararın doğmasından evvel sorumlu olduğu binada oturanların tüm zararlarını karşılamak suretiyle onları depreme karşı dayanıklı ve eşdeğer standartlarda başka bir binaya nakletmesi ve riskli binayı tamamen mevzuata uygun hale getirdiğini belgelemesi şartı da öngörülmelidir.

Yukarıda esaslarını özetlemeye çalıştığımız yasal reforma da kuşkusuz karşı çıkanlar olacaktır. "Ceza ile her şey hallolmaz", "önemli olan insanımızın depreme karşı bilinçlenmesidir", "devlet denetim görevini tam olarak yaparsa zaten sorun kalmaz", "devlet madem ağır cezalar koyacaktı neden imar affı çıkardı, vatandaş aldatıldı" gibi karşıt argümanlar, daha doğrusu bahaneler bolca üretilebilecektir. Deprem sonrası yeniden inşa furyasında azami rant elde etmek isteyenler binalarını yaparken iki kere düşünmek zorunda kalacaklarından, böyle bir ceza yaptırımından fazlasıyla rahatsız olacaklardır. Ancak, bu tür itirazlar yasal bir reformun ve özellikle yeni bir suç ihdasının bir sonraki büyük depremde belki yüzlerce, belki de binlerce hayatın kurtarılmasına katkı sağlayacağı gerçeğini değiştirmemektedir. 

Türkiye, insan hayatına karşı duyarsızlığın, umursamazlığın, sorumsuzluğun ülkesi olamaz. Artık insan yaşamını üstün tutan yeni ve niteliksel bir hamle yapmaya, bunun için bir zihniyet değişikliğine gitmeye mecburuz. Birçok temel dengeleri gibi suç ve ceza dengesini de tamamen kaybetmiş olan hukuk sistemimiz deprem gerçeğine göre yeniden düzenlenmeli, taksirli suçlara genel bakış düzeltilmelidir.

Millet İttifakı'nın yeni anayasa önerisinde insan onurunun dokunulmaz ve anayasal düzenin temeli olduğuna dair bir maddenin de yer aldığını memnuniyetle gördük. Kuşkusuz, onur bazen insanlar için yaşamdan bile daha değerlidir. Ancak insan yaşamının onurdan daha az önemli olduğu da söylenemez. Bu nedenle iktidara geldiği takdirde Millet İttifakından beklentim yüksektir. İzleyip göreceğiz.


Avukat Osman Paksüt
Emekli Büyükelçi ve Anayasa Mahkemesi Üyesi

Yazarın Diğer Yazıları

Cumhuriyet Halk Partisi nereye, Türk demokrasisi nereye?

CHP yönetimini, tüzüğünü ve programını tümüyle ve süratle değiştirip gerçek bir umut ışığı haline gelmedikçe, 100 yıllık Cumhuriyetimizin demokrasi ve kalkınma yolculuğunda önümüzdeki yılların da kaybedileceğinden kaygı duymamak mümkün müdür?

Kadına karşı şiddetin önlenmesinde devletin Anayasal görevleri

Unutmayalım ki sadece yasalarda gerekli düzenlemeleri yapmak suretiyle, bütçeden tek kuruş harcamadan, bir tek dolar borçlanmadan hayatlar kurtarmak mümkündür. Bu düzenlemelerin yapılmasında gecikilmesi ise kaybolan başka hayatlar demektir

65 yaş yasağı: Ölçü kaçmadı mı?

65 yaş üstü vatandaşların büyük bölümünün hâlâ ev hapsinde kalmaya devam etmesi giderek bir temel insan hakları sorununa dönüşmüyor mu?