Ipsos tarafından Mayıs – Haziran 2019 tarihlerinde 28 ülkede sürdürülen mutluluk araştırmasının sonuçları yakın bir zaman önce açıklandı.
Verilere göre Türkiye mutluluk sıralamasında 28 ülke arasında 21. sırada.
Daha kötüsü son sekiz yılda "mutluyum" diyen Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının sayısında yüzde 36 oranında azalma mevcut. Anlaşılan bir zamanlar hepimize huzur vaat eden siyasal İslam, küçük bir azınlık dışında hiçbirimize mutluluk getirmedi.
Sağlık durumunun, temel ihtiyaçlara ulaşabilmenin, arkadaşlara – çocuklara sahip olmanın ve inancın Türkiye toplumunda mutluluk kaynağı olarak görülmesine şaşırmamak gerek. Ama cinsel özgürlüğün baskı altında olduğu ve tek adam siyasetinin egemen olduğu bu ülkede seks yapmanın ve yeni bir siyasi lider görme isteğinin mutlulukla özdeşleştirilmesi garip değil mi?
Öyle ya hal böyleyse neden özgürce sevişmiyoruz? Neden eskiyi değiştirmiyoruz?...
Her ne kadar "paranın ne önemi var / mühim olan insanlık" şarkısı bu topraklarda ses bulmuşsa da araştırma verileri, memleket insanının yarısından çoğunun paranın mutluluk getirdiğini düşündüğüne işaret ediyor. Oysa bizim aksimize Japonya, Sırbistan, Almanya ve İsveç’te yaşayanlar paranın mutluluk getirdiğine hemen hiç inanmıyorlar. Ancak ne çare gelin görün ki bu topraklarda "elin gâvuru" hep materyalist olarak tanımlanır.
Mutluluk araştırması toplum olarak üzerinde en çok düşünmemiz gereken konunun "başarı" fetişizmimiz olduğunun altını çiziyor. İnanılır gibi değil ama Türkiye toplumu, başarılı olmayı ya da tanınmayı, serbest zamana sahip olmaktan daha önemli olarak görüyor ve başarıya ulaşarak mutlu olabileceğine inanıyor.
Çok acı ama utanarak ifade edeyim ki; başarı saplantısı konusunda 28 ülke arasında ilk sıradayız.
Mutluluğa giden yolun serbest zamanlarda söyleşmekten, muhabbetten ya da demlenmekten değil, başarılı olarak çok çalışmaktan geçtiğine inanıyoruz. Kolombiya, Brezilya, Peru, Meksika, Güney Afrika ve Arjantin gibi yaptığımız işle hayatımıza ve kendimize anlam veriyoruz. Tam bir Protestan Ahlâkı…
Garip ama bu ahlâk, Japonya, Birleşik Krallık, Kanada, Almanya, Avusturya ve Belçika’da değer görmüyor. Anlaşılan akıllı plazalarda çalışan beyaz yakalılardan, ser sefil ortamlarda koşturan mavi yakalılara kadar hepimiz bu ülkede hayatımızı başarıya ve işe kurban etmişiz.
Suudi Arabistan, Hindistan, Brezilya, Çin ve Meksika gibi sosyal medyada zaman geçirmenin mutluluk getirdiğine inanmışız. Ne üzücü ki, bu düşüncemiz konusunda dünyanın en önde gelen bir numaralı ülkesiyiz. Tıpkı yabancı bir ülkeye kapağı atmanın mutluluk getireceğine inanmak konusunda olduğu gibi…
Ne dersiniz; başarı saplantısı, sosyal medyada hayatı tüketmek ve ne yapıp edip memleketten kaçmak gerektiğini düşünmek konusundaki dünya birinciliklerimizden gurur duymalı mıyız?
Yoksa Behçet Aysan’ı mı anmak gerekiyor: "yok başka bir cehennem / (yaşıyoruz) işte"…
Müjde
Neyse unutun araştırmayı. Çünkü bu karamsar tabloyu düzeltecek müthiş bir müjdem var. Ne mutlu hepimize; mutluluk hapı ve mutluluk çubuğundan sonra mutluluk doktorumuz da oldu.
"Müjdeler var yurdumun toprağına taşına / Erdi Cumhuriyetim (bugünlere de)"...
Haydi hep birlikte yutalım hapı, taktıralım çubuğu ve dinleyelim doktoru.
Memlekette mutlu olan yurttaşlarının sayısında yüzde 36 oranında azalma mevcutmuş… Memleket insanı mutluluğu memleketten kaçmakta görüyormuş… Hiç dert etmeyin. "Mutluluk Doktoru" dağıtacak bu uluslararası işbirlikçilerin algı operasyonunu(!)
İyi ama Türkiye sağlık ortamının can alıcı sorunları nedeniyle mutsuzluk denizinde boğulmuş olan sağlık çalışanlarının bize aletler ve reçetelerle mutluluk vaat etmesi garip değil mi? Öyle ya kelin ilacı olsa başına sürmez mi? Mutlu olamayan, tükenmenin girdabında kaybolan sağlık çalışanları nasıl oluyor da hepimize mutluluk getireceklerini söylüyorlar? Eğer doğru söylüyorlarsa neden durmaksızın intihar ediyorlar?...
Neyse unutalım bu soruları. Soru sormanın zamanı değil şimdi. Hapın, çubuğun ve reçetenin çağındayız. O nedenle kulak kabartalım mutluluğun "doğal formülleri"ni öğretecek olanların sözlerine.
Ama bu devrimle sakın yetinmeyelim. Aksine mutsuzluk tuzaklarının farkına varıp bu tuzakları tek tek ortadan kaldıralım hayatımızdan. Ne de olsa her şey bizim elimizde(!). Yeterince çalışırsak, yeterince çaba sarf edersek, yeterince başarılı olursak mutluluğu yakalayabiliriz…
O nedenle hayatın "belkiyle keşkenin (diyalektik) kavgası" olduğunu unutup, "ama" ve "keşke"lerin olmadığı bir hayatta mutluluğa "hoş geldin" diyelim.
Hem de kolayca; "10 adımda, 100'ü aşkın" öneriyle.
Hem de yanı başımızda; sosis ve tuvalet kağıdı aldığımız o süpermarket rafının hemen yanında.
Her şeyi metalaştıran yatırım, detoks ve şarj zihniyetinin aslında hepimizi mutsuz ettiğini fark edemeyen canlılar olarak mutlu olmak için borsada yükselen hisse senedi gibi mutluluğa "yatırım" yapalım.
Zihnimizi "detoks"layalım.
Tükenmekte olan mutluluk pilimizi "şarj" edelim.
Modern çağın hepimizi atomize edip bireycileştiren zehrine karşı, bize ne ötekinden diyerek kendi mutluluk analizimizi kendi başımıza yapalım. Kendimize ait o "özel formülü" keşfedelim.
İnsani veçhelerden azade hale gelip mallaşan varlığımızı nasıl "güçlü bir sosyal sermaye" haline getireceğimizi öğrenelim.
Tüm bunlardan sonra da doktorumuzun yaptığı gibi Instagram hesabımızdan "mutluluk paylaşımları" yapalım. Boylu boyunca mutsuzluğa batmış insanlar olarak mutluymuş gibi davranalım. Riyayı sakın ola dert etmeyelim. Ne de olsa herkes riya batağında… Yeter ki bu yalan oyununu iyi oynayalım. Yeter ki Instagram'dan bizi gözetleyen öteki mutlu zannetsin bizi.
Zaten önemli olan hissetmek ve olmak değil ki. Öyle görünsek yeter…
Mutsuzluk
Mutluluğun fetişleştirilmesi, bir göstergeye dönüştürülmesi ve "doktorluk" faaliyeti olarak pazarlanması çılgınlığı karşısında Cemal Süreya'nın "mutsuzluğa da var mısın?" dizelerine sığınmaktan başka elimden ne gelir ki.
Bilmem anlatabilir miyim acaba mutluğunun aslında mutsuzluğu göze almakta saklı olduğunu?
Bilmem anlatabilir miyim acaba Bong Joon-ho'nun Parazit filminde gösterdiği gibi yağmurun anlamının birileri için çocukların eğlendiği bir oyun, diğerleri içinse evi bok götürmek olduğu bir dünyada kimsenin mutlu olamayacağını. Eninde sonunda herkesin kendi bok çukurunda boğulacağını.
Yoksulluğun kokusuna dahi tahammül edemeyen tuzu kuruların mutluluğu hiçbir zaman bulamayacağını. Mutluluğun öteki mahallede saklı olduğunu.
Sürüne sürüne, yarana yarana, yalaya yalaya, arkadaşımızın sırtına basarak "yükselme"ye çalışmanın onursuzluk olduğunu.
Yoksulların ve yoksunların değil, daha çok kazanmak isteyen ve ellerinde var olanı kaybetmek istemeyen göreli varsılların bu dünyada her geçen gün biraz daha onurlarını kaybettiklerini.
Onur olmadan insan olunamayacağını.
İnsan olmadan da mutlu olunamayacağını...
"Mutsuzluktan söz etmek istiyorum / Dikey ve yatay mutsuzluktan / Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun / sevgim acıyor" diyen Turgut Uyar'ın izinden gitmeden bir halt olamayacağımızı.
Yoksulluktan değil ümitsizlikten, yoksunluktan değil seçeneksizlikten, şimdinin sorunlarından değil yarının ve geleceğin belirsizliğinden dolayı intihar edenlerin olduğu bu ülkede intiharlar gibi ümitsizlik ve belirsizliğin de bulaşıcı olduğunu.
Ama bu karanlığa inat dayanışmanın hepimize iyi geldiğini... Hepimiz için umudu ve ümidi var ettiğini.
Varsıllığın tek başına mutluluğu var edemediğini, ama umudun ve ümidin yoksulluğun bağrında dahi mutluluk olduğunu.
Bilmem anlatabilir miyim acaba sonuca ve hedefe odaklanmış bir düzüşmenin değil, ötekiyle hemhal olabilen sevişmenin mutluluk getirdiğini. Benim Hüzünlü Orospularım (Gabriel Garcia Marquez)'daki gibi tenlerin bir kez bile birbirine değmediği bir sevişmenin hayata değer olduğunu.
Hedefin değil sürecin, sonucun değil oluşun, çıktının değil yolun mutluluğu, insanı ve hayatı var ettiğini bilmem anlatabilir miyim?
Bir hedef olarak sonuca, başarıya ve mutluluğa endekslenmiş formüllerin, sırların, hapların, aletlerin, reçetelerin, onları var edenleri biraz ünlü, biraz varsıl ama onları da dahil olmak üzere herkesi mutsuz etmek dışında hiçbir anlam ifade etmediğini.
Bilmem anlatabilir miyim?..