23 Şubat 2020

Yaşam, ölüm ve Gezi

Ölen, öldürülebilen, ama kurban edilemeyen, ama intihar haberleri 140 karakteri geçmeyen, yaslarının yaşanmasına da asla izin verilmeyen o ölümler nedeniyle adına Türkiye denilen cehennemde süregiden hayat ölümüne bir iktidara tabi kılınabiliyor

"İstanbul Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü dördüncü sınıf öğrencisi H.T. adlı genç yaşamına son verdi. Taşdemir'in geçim sıkıntısı çektiği, bir süredir iş aradığı belirtildi."

"Yaşamaya mecbursun"

Bulutsuzluk Özlemi’ni severim. Ama ne olursa olsun yaşamaya mecbur değiliz. Çünkü her mecburiyet zulümdür. Nevzat Çelik’in dediği gibi yaşamak ağrısı asılmamalı boynumuza. Türkü tadında yaşanmalı bu dünya...

Yaşamı hissederek, havayı ciğerlerimize doldurarak, "hayatın büyük dolaşımına" katılarak yaşamak gerek.

Ama ah şu riskler! Yediğimiz gıdada, soluduğumuz havada, içtiğimiz sudaki ah şu riskler! "Risk toplumu" dedikleri bu olsa gerek. Baktığımız her bir yerde sağlığımızı bozacak bir tehlike görüyoruz. Geçenlerde hastamın birisi "Sağlığımı kaybetmeyi hiç istemiyorum. Organik gıda tüketiyorum. Maske takıyorum kalabalıkta. Probiyotik takviyesi de alıyorum. Başka ne ne yapmalıyım sizce?" diye sormuştu.

"Doğmamak bir seçenek olabilirdi" demiştim kendisine -hayatın kendiliğindenliğini yitirmemesi gerektiğine vurgu yaparak. Hayata hangi gözle bakılırsa hayatın da  benzer gözlerle kendisine bakacağını ve "risk – tehlike" olarak tanımladığı bazı konularda belki de hayatın güzelliğinin saklı olduğunun altını çizerek.

Ama bir de gerçek tehlikeler var; Koronavirüs salgını gibi. Neyse ki üzüm sirkesi var(!). Sirkeyi beğenmeyenler bolca turşu suyu içebilirler. O da olmazsa kelle paçaya kaşık sallayabilirler.

Ne garip değil mi; illa bir işe yaramalı yediğimiz içtiğimiz sanki. Misal ben bayılırım kelle paçaya. Ama emin olun nefret ettim şu tıp doktorlarının kelle paça tavsiyelerinden beri. Ha keza zerdeçal tartışması da benzer değil mi? Siz neredesiniz bu savaşta?

"Allah belanı versin zerdeçal" mı diyorsunuz, yoksa yıldız doktorların iddia ettiği gibi kansere kalkan, hafızaya destek, romatizmaya fren, bağışıklığa takviye ve damarlara koruma sağlayan zerdeçalın safında mısınız?

Bana sorarsanız ben her iki safın da aynı madalyona ait olduğunu düşünüyorum. Yaşam kendiliğindenliğini yitirmemeli. Her yaptığımız, her yediğimiz bir işe yaramamalı. Hayat mecburiyete dönüşmemeli. Yaşamak da beslenmek de sevişmek de türkü tadında olmalı...

Yaşamaya hakkı olmayanlar

Öte yandan biliyoruz ki çalışmak insan sayılmanın en temel ahlâki varoluşu olarak tanımlandığından beri uygarlık yaşamı kutsayarak varlığını devam ettirdi. Öyle ya meydanlarda ibret olsun diye insanların sallandırılmasından neden vazgeçildi sanıyorsunuz. "Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur" vecizeleri neden uyduruldu sanki. 19 Mayıs günü boşuna mı gençlik ve spor bayramı olarak ilan edildi.

Çünkü kapitalist toplumda bedenin üretim sürecine adeta bir mal olarak dahil olması müthiş bir artı-değer üretir hale geldi. Çünkü öldürülmeyip beslenen bedenler, hem üreterek hem de çok fazla tüketerek neoliberal uygarlığın kazanç kapısını oluşturdular.

İşte o gün bu gündür devlet denilen aygıt da bedenleri idam edip yok etmemek, elini ayağını kesip sakat bırakmamakla görevli kıldı kendisini. Sağlık hizmetini yaygınlaştırıp insanların yok yere "kuşpalazı, boğmaca, karaçiçek, sıtma, ince hastalık, yürek enfarktı, kanser filan"dan ölmesini engelledi.

Ama unutmayalım insan uygarlığı her ne kadar yaşamı kutsayarak varlığını ikame ettiriyor olsa da, ölümü de son kertede bir seçenek olarak uhdesinde tutar.

Ve yine biliyoruz ki yaşamın siyasete dahil oluşu, bir grubun yaşama hakkının dışlanmasıyla ancak mümkündür.

Öyle ya herkes içerilseydi, yani sınırlar herkesi kapsamına alsaydı, "dışarı"sı olamayacağı için "içerisi" de var edilemeyecekti.

Tıpkı bir bahçenin sınırlarının ancak sınırlarının ötesinde bir şeylerin bulunmasıyla mümkün olması gibi.

Tıpkı yaşamın siyasete dahil edilmesinin ancak kimileri için yaşam dışı varoluşun zorunlu olmasıyla mümkün hale gelmesi gibi.

Kimilerinin ölümünün, kimilerinin yaşamasını var etmesi gibi.

Kurban edilemeyenler

İşte onlar sayesinde Türkiye’de kelle paça, zerdeçal, sirke suyu muhabbeti yapabiliyoruz -hiç utanmadan. Gencecik yaşlarda ölümün tek seçenek olarak bırakıldığı hayatlar nedeniyle her daim genç kalmanın sırlarını öğrenmeye çalışıyoruz. O insanlar sayesinde rujların, kollajen kremlerinin, saç ekimlerinin, selülit gidericilerin, mutluluk çubuklarının dünyasında yaşıyoruz.

Ölen, öldürülebilen, ama kurban edilemeyen, ama intihar haberleri 140 karakteri geçmeyen, yaslarının yaşanmasına da asla izin verilmeyen o ölümler nedeniyle adına Türkiye denilen cehennemde süregiden hayat ölümüne bir iktidara tabi kılınabiliyor. Adaletsizliğin, talanın, yağmanın ölümüne iktidarına...

Görelim ki herkesin yaşamaya mahkûm edildiği bir dünyada yaşamsızlığa mahkûmuz. Sağlıklı diyetler, güzellik salonları, kozmetik müdahaleler, fit olmaya adanmış spor salonlarını KHK’larla sivil ölüme terk edilen insanların intiharları, geçinemiyorum diyen insanların bedenlerini yakmaları ve siyanürün sessiz ölümleri çevreliyor.

Cezaevlerinde tecavüze uğrayan çocuklar, erkeklerin öldürdüğü kadınlar, günlerce yol ortasında bekleyen ölüler, cesetleri kokmasın diye buzdolaplarında bekletilen insanlar, inşaat iskelesinden düşüp kafası patlayan işçiler, madenlerde yer altında kalan canlar, ufacık bir sarsıntıda çatlayan kolonların ve çöken çatıların altında kalıp ezilen insanlar, çığ kurtarmasına gidip çığ altında kalan ulaşılmaz bedenler, kuyruk rüzgârına takılıp parçalanan insanlarla ölümcül bir siyasete mahkûmuz.

Hiç kuşku yok ki ülkenin büyük bir çoğunluğunu teşkil etseler de hayatları zerre-i katre değer taşımayan bu "marjinallerin" öldürülmesi hukuksal olarak yaşam hakkının ihlali olarak değerlendirilemez. Çünkü onlar hukukun var olabilmesi için hukuk dışında bırakılan istisnai hayatlardır.

Ve biz biliriz ki, istisnalar kaideyi bozmaz –aksine kaideyi var eder.

Gezi

İşte Gezi, ölen, öldürülen ama kurban edilemeyen bu büyük sessiz çoğunluğun ses vermesiydi.

Onlar ki İstanbul’un göbeğinde, gecenin kör karanlığından tan yerinin ilk ışıklarına kadar, ağacı, toprağı, göğü, suyu ve de bu topraklarda özgürce yaşamı savunmak için bir 27 Mayıs gecesinde yıldızların altında nöbet tuttular.

Onlar ki, "bıyıklarının gölgesi lokantalarda içine düşmesin diye çorbamızın" tarih oldular. Bu toprakların en güzel isyanına hayat verdiler. Başlarını kaldırdılar. Ölümü yok etmek, yaşamı ve barışı var etmek için.

Bir kez daha ve pek çok kez daha yaşanacağı gibi.

Tahakküm var oldukça var olacağı gibi. İnsanlık var oldukça var olacağı gibi...

Yazarın Diğer Yazıları

"Sigara haramdır"

Siyasi iktidar, her konuyu fırsat bilip dinbaz siyasetini topluma ne kadar dayatırsa, toplum genelinde dayatılan inanca olan tepki ve red o oranda artıyor

Virüs var; takmayın maske!

İstanbul’a gelen Tayvanlı turistin çantasının üzerine "Çinli değilim. Tayvanlıyım, Ölürüm Türkiyem" yazmak zorunda kalmasından bahis açıyorum

Allah korkusu yoksa...

Kaygım siyasetin yüksek tepelerine hâkim olan rüzgârların bilmeye, bilgiye, kanıta,... velhasıl modern değerlere acımasızca saldırmasından. Attıkları her adımın rövanşit bir hıncın eseri olmasından... Bilimsel tıbbın insafsızca ve kötü niyetle eleştirilmesinden...