26 Ocak 2020
Bütün modern gözlerin yaklaşık 600 milyon yıl önceki tek bir proto-gözden köken aldığını ve zaman içerisinde aşamalı olarak evrimleştiğini biliyor musunuz?
Evrimin uzun tarihinde siyanobakterilerde bulunan klorofil pigmentini ilk "göz", Öglena benzeri protistalarda bulunan göz noktasını da ilk "organel" olarak kabul edebiliriz.
Ancak siyanobakteriler ve Öğlena benzeri canlılardaki bu ilkel gözlerin en büyük handikapı cisimlerin netliğini sağlayamaması, görmeye derinliği dahil edememesi ve bu nedenle üç boyutlu görmekten malûl olmasıdır.
Oysa insanda olduğu gibi her iki göz arasındaki mesafenin yaklaşık bir göz uzunluğu kadar olması, her iki göz tarafından ayrı ayrı görülen objelerin tek olarak algılanmasını sağlar. Kuşkusuz binoküler görme olarak adlandırılan bu görme biçimi evrimsel bir kazanımdır. Çünkü bu tip görme sayesinde insanın görme alanı genişler, her gözün kör noktası diğer göz sayesinde ortadan kalkar, görüntü kalitesi artar ve derinlik hissi sağlanır.
O nedenle binoküler "görme" insanın hakikate yaklaşmasına daha yardımcıdır. Çünkü böylesi bir "görme" sayesinde insan yapısal olarak kendisinde bulunan kör noktaların görme üzerindeki olumsuz etkisini azaltır ve konunun farklı yönlerini de görmeye dahil ederek derinlik kazanır.
Ancak ne yazık ki "Kara Kutu", dert ettiği konuya binoküler bakamamakta ve konuyu sığ bir perspektiften ele almaktadır.
Kuşku yok ki "Kara Kutu"nun gördüğü sorun hayatidir ve daha önemlisi pek çok kişinin görmeyi reddettiği bir ortamda bu sorunu görmeye çalışmak çok değerlidir. Ancak gördüğü sorunu, iddialarının aksine, insan uygarlığındaki tek bilim olan tarihten azade olarak değerlendirmesi büyük bir handikaptır.
Öte yandan "Kara Kutu", eleştirdiği neoliberal paradigmadan fazlasıyla etkilenmiş bir kitaptır.
Etkilenmiştir; çünkü yazar, haklı olarak eleştirdiği ve reddettiği Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA)’nin "çok ciddi hayati uyarı" anlamına gelen "Black Box" uygulamasını kitabın adı olarak seçmiştir.
Fazlasıyla etkilenmiştir; çünkü kitabın tanıtım faaliyeti, bir eserin tanıtımı olmaktan ziyade, tümüyle neoliberal paradigmanın reklâm ve pazarlama tekniklerini içermektedir.
Ancak bu sorunlarına rağmen iyi ki yazıldı bu kitap diyen bir tıp doktoruyum. Çünkü bi-tecrübe yaşıyorum ki kapitalizmin sağlık hizmetleri üzerine olan tahribatı artık taşıyamayacağız boyutlarda. Bu nedenle neoliberal tıp ideolojisinin eleştiriye tabi tutulmasını çok değerli buluyorum. Hele ki bu eleştirinin tıp profesyonelleri dışından kişiler tarafından yapılmasını çok daha kıymetli addediyorum. Çünkü alan dışından gelen bu sarsıcı uyarılar, rehberlere mahkûm edilmiş tıp profesyonellerinin ve kapitalist bilim paradigmasının içerisinde sıkışıp kalmış bilim insanlarının körleşmesini önleyici bir potansiyeli bünyesinde barındırmaktadır.
Kara Kutu, diyabet tedavisinden hipertansiyona, antibiyotik ve ağrı konusundan kolesterol ilaçlarına ve depresyona kadar bir dolu alanda ilaç ve medikal şirketlerin tıp alanı üzerinde nasıl tahakküm yarattıklarını, tıp paradigmasını kendi çıkarları için nasıl tahrip ettiklerini, daha çok para kazanmak için bilim insanlarını ve bilimsel dergileri nasıl etkilediklerini ve kanıta dayalı tıp uygulamasının temelini oluşturan kanıtları nasıl kendileri ya da kendilerinin uzantıları olan kişiler tarafından oluşturduklarını layıkıyla -hem de kanıtlı biçimde- aktarmaktadır. Dahası Kara Kutu, Türkiye’nin dönüşen sağlığını da oldukça doğru biçimde tariflemektedir. Kanaatimce Kara Kutu’nun bu konularda söylediklerinin eksiği vardır ama fazlası yoktur.
Bugün itibariyle bilmeye, bilime ve tıbbın saygınlığına inanan, insan yaşamını şirketlerin kazancından yeğ tutan herkes, "endüstriyel tıp" olarak tariflenen neoliberal tıp hakkında yazılanların kitap sayesinde binlerce insan tarafından okunmasından sadece mutluluk duyabilir.
Ancak Kara Kutu, binoküler bir okuma yapamadığı için tıp kurumu ve bilimin yaşadığı bu açmazdan nasıl çıkabileceğine dair bir yol tariflememektedir. Çünkü Kara Kutu’ya göre hakikat "alternatif" tıp uygulamalarında saklıdır. O nedenle tıp ve bilimin sermayeden nasıl bağımsızlaştırılacağını hiç dert etmemektedir.
Aksine kitap, neoliberal pazarlama tekniklerini kullanarak, "tabular yıkılacak, ezberler bozulacak" retoriğiyle, her geçen gün sermayenin daha fazla kazanç kapısı haline gelen "alternatif" tıp söylemini parlatmaktadır.
Ama bu noktada kitabın özenle sakladığı kimi gerçekleri hatırlamakta yarar var: Örneğin 2015 yılı itibariyle sadece homeopatik ürünler piyasasının büyüklüğünün Avrupa Birliği'nde 1, ABD’de 3 milyar dolara ulaşması gibi... Ya da sadece 2017 yılında "alternatif" tıp pratiklerini de içeren sağlıklı yaşam ekonomisinin, küresel ekonomik büyümeden daha hızlı büyüyerek dünya genelinde 4.2 trilyon dolarlık bir büyüklüğe ulaşması gibi...
Kara Kutu’da ifade edilmese de 4 trilyonu aşan bu büyük "sağlıklı yaşam ekonomisi" pastasının 575 milyar dolarlık bölümünü son zamanlarda kimi zaman haklı çoğu zaman haksız biçimde eleştirilen önleyici ve kişiselleştirilmiş halk sağlığı uygulamaları oluştururken, aynı pastanın diğer dilimini de 360 milyar dolarlık cesamete ulaşan "alternatif" tıp pratikleri oluşturdu. Oysa biliyoruz ki, sadece iki yıl önce "alternatif" tıp pratiklerinin piyasadaki cirosu sadece 199 milyar dolardı. Veriler "alternatif" tıp piyasasının her yıl yüzde 6 gibi çok büyük bir oranda büyüdüğüne işaret etmekte...
Kuşkusuz "alternatif" tıbbın yıllar içerisindeki hızlı büyümesi sermaye açısından iştah açıcıdır.
Pekiyi ama "endüstriyel tıp" başlığı altında sermayenin bilimsel tıp pratikleri üzerinden kazanç sağlamasına haklı olarak eleştiri getirenler, neden aynı eleştiriyi sermayenin başka bir kazanç kapısına dönüşmüş olan "alternatif" tıp pratiklerine yöneltmemektedirler?
Öyle ya önemli olan bireylerin ve toplumların sağlığının endüstrinin (sermayenin) para kazanma hırsına kurban edilmemesi değil midir? Yoksa değil mi...
Yoksa birileri "endüstriyel tıp" ya da "Rockefeller tıbbı" kavramları altında sol gösterip sağ mı vurmakta?
Yoksa birileri adına "alternatif" tıp uygulamaları denilen hem etkisiz hem de çok para kazandıran bir malın reklâmını mı yapmakta?
Yoksa birileri tıpkı eleştirdikleri kimi bilim insanları gibi endüstri (sermaye) tarafından kazanç kapısı haline getirilen ("alternatif") sektör aktörleriyle "duygusal" ilişkiler mi kurmakta?..
"Duygusal" ilişkiler boyutunu bilmem olanaklı değil. Ama Soner Yalçın’ın pek beğendiği homeopati uygulamasının zerrece bir etkisi olmadığını biliyorum. Gerek Bilim Akademisi gerekse de Avrupa Akademileri Bilim Danışma Kurulu’nun, yapılmış nitelikli bilimsel araştırmalara istinaden ifade ettiği gibi; homeopati başta olmak üzere "alternatif" uygulamalar ne geçerli ne de ispatlanabilir değillerdir. Zaten bu nedenle Yalçın gibi "alternatif" uygulamaları savunanlar, sermayenin kendi çıkarı için tahrif ettiği bilimsel araştırmaların (haklı) eleştirisi ile kendilerini sınırlarlar. Böylelikle bilimin günahlarıyla kendilerinin cennetlik olacaklarını düşünürler. Oysa Çehov’un dediği gibi başkalarının günahıyla aziz olunamaz. Ama ne çare ki, "alternatif" yöntemlerin geçerli ve ispatlanabilir etkileri ve plasebo adı verilen "boş ilaç"tan farklı anlamlı bir yararlılıkları yoktur ve bu nedenle bilim karşısında söz söyleyememektedirler.
Tıpkı homeopati gibi... Tıpkı Soner Yalçın gibi...
Aslında gören gözler için uygarlık tarihi bu gerçeği önümüze koymaktadır. Öyle ya kuduz hastalığını tedavi eden bir "alternatif" tıp uygulaması var mıdır? Ya da geçmişte 300 milyon insanın ölümüne neden olan çiçek hastalığını dünyadan silen homeopati midir? Aşı uygulaması olmasaydı çiçek hastalığının hâlâ yüzbinlerce insanı öldüreceğini görmek için tıp tahsili yapmaya hiç gerek yok. Tıpkı üçüncü bin yılın uygarlığında 2000’li yıllardan bu yana 21 milyon çocuğun ölmesini önlemiş kızamık aşısına karşı gelişen son dönemdeki karşıtlığın, bugün itibariyle binlerce çocuğun ölümüne yol açtığı gerçeğini görebilmek gibi...
Kendi safımı belirtmek için ifade etmek isterim ki; ne kitapta yazılan her iddiayı kabul ediyorum, ne de Soner Yalçın’ın dünya görüşüne sıcak bakıyorum. Hele ki kitap sonrasında yazdığı gazete yazısında bu ülkenin yüz akı psikiyatristleri bilimselmiş gibi görünen gerekçelerle hedefe koymasına tümden karşıyım.
Öte yandan kitap hakkında tıp doktorlarının çoğunluğunun verdiği tepkiyi de abartılı ve indirgemeci bulmaktayım. Dahası, Soner Yalçın’ın birçok bölümde vurguladığı "bilimden ve tıptan kuşku duyalım" ve "tartışalım" yaklaşımını da şerh düşerek kabul ediyorum.
Şerhim şu noktada: "yarım hoca dinden, yarım doktor candan edermiş"...
Görmek zorundayız ki; kitapta iddia edildiği gibi, tıp eğitiminin dönüşümünü belirleyen Flexner Raporu’nda düşman olarak tanımlananlar "tamamlayıcı – alternatif tıp çevreleri" değillerdir. Çünkü kapitalist tıbbın eleştirel okuması "alternatif" tıp değildir.
Hayatı ve yaşamı biyomedikal tıbba indirgemeyen, yaşamın bütününü değerlendirmeye alan, sağlığı var eden sınıfı, varoluş kimliklerini, ötekileştirmeyi gören ve dahası makro – mikro iktidar pratiklerinin sağlık üzerinde belirleyici olduğunu idrak edenler sülükçü, hacamatçı ya da Soner Yalçın’ın çok beğendiği homeopatlar değillerdir.
Daha önemlisi kitabın iddiasının aksine "Hastalık yoktur, hasta vardır" diyenler de tamamlayıcılar değillerdir sadece. Neoliberal tıp paradigmasının karşısına sınıf, gelir, beslenme, barınma, barış, kimlik, özgürlük ve eşitlik çerçevesini koyanlar ise "alternatif" tıpçılar hiç değillerdir. Aksine onlar özel muayenehane ya da sağlık birimlerinde sülük, hacamat, kupa, biofoton, homotoksiloji, kineryoloji, maps, ozon, reviquant, larva, osteopati, matriks yenilenme tedavisi... gibi yollarla küplerini dolduranlardır –ne garip Soner Yalçın’ın gözünde özel muayenehanelerinde bilimsel tıp pratiklerini uygulayanlar eleştirilmesi gereken insanlarken, benzeri özel muayenehane ya da birimlerde "alternatif" tıp pratiklerini uygulayanlar örnek kişiler oluyor(!)
Öte yandan Kara Kutu’da haklı olarak olumlu bir felsefeci olarak dikkat çekilen Michel Foucault’nun tariflemeye çalıştığı bedeni siyasetin bir aracı haline getiren biyopolitika kavramının müktesabatına, "alternatif" tıpçı olarak geçinenler de, bir mikroiktidar gücü olarak yarattıkları tahakküm nedeniyle girmektedirler.
Çünkü Foucault’nun derdi insanın nasıl özneleştiğidir.
Bu nedenle yarım bilmek ve aktarmamak için vurgulamak gerekir ki; Foucault’nun gücü, neoliberalizmin, herkesi, kendisine yatırım yapan bir özne haline getirme gücünü önceden görmesinde saklıdır.
Foucault’nun penceresinden bakıldığında; yaratılan bu "girişimci insan"ın, endüstriyel ya da "alternatif" tıp uygulamalarından hangisine yatırım yapacağı ve özneleşme adı altında neoliberal ya da "alternatif" tıp pratiklerinden hangisi ile kendisini nesneleştireceği zerrece önemli değildir.
O, insanın tahakküm karşısında çırılçıplak kalmasına, nesneleşmesine, endüstriyel ve/veya "alternatif" tıp pratikleriyle hayatını zehretmesine karşıdır.
Zaten bu nedenle onun gözünde tıp değil sağlık yaşamın hapishanesidir. Ona göre; inşa edilen bu hapishanenin yolunun "alternatif" tıp pratikleri ile döşenmesi o hapishaneye nur yağdırmamaktadır.
Öte yandan Foucault, modern bilimsel tıp pratiğini hiçbir zaman kötülememiş ve reddetmemiştir. Aksine O, modern tıbbın tehlikeli olabileceğine ve neoliberalizmin bu tehlikeyi (günümüzde olduğu gibi) kendi çıkarı için kullanabileceğine dikkat çekmiştir.
Hâl böyleyse tıp ve bilimden kuşkulanalım ve tartışalım. Üçüncü bin yılda endüstriyel ve "alternatif" tıp pratikleriyle hapishaneye dönüşen sağlığı esastan ve temelden tartışalım. Foucault’nun ne dediğini ve daha önemlisi ne demediğini derinliğine bilerek tartışalım.
Sol gösterip sağ vurmayalım.
Kara Kutu’yu okuyup bitirince zannediyorsunuz ki Rockefeller olmasa dünya kurtulurdu. Yok ne Rockefeller’ı, ne de vakfını günahım kadar sevmem. Ama sorunu da ona indirgemem. Çünkü Rockefeller, neden olmaktan çok bir sonuçtur. Kapitalist modernitenin beklenen sonucu...
Öte yandan kitabın tutarsızlıklarından birisi de Rockefeller’ın homeopatiye karşı sergilediği tutumda saklıdır. Öyle ya kitabın hemen tamamında adeta "şeytan" olarak tariflenen, başımıza tüm felaketleri getiren ve aşı da dahil olmak üzere el attığı her konuda mutlak kötülük hedefleyen Rockefeller, Soner Yalçın’ın hayran olduğu homeopatiyi "tıpta ilerici bir adım" olarak nitelendirdiğinde, bu pratiğe diğerlerinin aksine Rockefeller’in "laneti" bulaşmamaktadır. Rockefeller, her nedense homeopatinin gerçek önemini kavramıştır(!) Nedendir bilinmez ama diğer tüm pratiklerinde ırkçı ve öjeni yanlısıyken, homeopatide bu özelliğinden azadedir Rockefeller.
Pekiyi ama tıp ve bilim alanında yaşanan temel sorun sermayenin kâr maksimizasyonu mudur? Yoksa bu maksimizasyonun "alternatif" tıp pratiklerine yönelik olarak "yeterince" sergilenmemesi midir?
Toplumcu tıp pratiğini savunan ve tarih bilimi perspektifinden bakanlara göre bu sorunun yanıtı nettir: Sermaye nereye girerse girsin oranın üretim biçimini önce devrimci biçimde yeniler. Ama gözü kazançtan başka hiçbir değeri görmediği için yenilediği üretim biçimini aynı zamanda kirletir. Bu nedenle sermaye hangi pratiğe dahil olursa olsun eninde sonunda o pratiği amacından saptırır. Nereye burnunu sokarsa soksun o yeri yoldan çıkartır ve son kertede kendisine tabi kılar.
Bu nedenle toplumcu tıp savunucuları, sermayenin kim olduğu ve hangi pratiği üstün tuttuğu ile uğraşmaz. Çünkü onlara göre aslolan sermayenin tahakkümüdür ve özgürlük için bu tahakküm biçimi yaşamın tüm varoluşlarından sökülüp atılmalıdır. Ama bunu fark edebilmek için konuya binoküler bakmak ve tarih bilimini kullanmak gereklidir.
Ne iyi ki Kara Kutu’da tıp doktoru ve/veya bilim insanı olan pek çok kişinin "Rockefeller tıbbı" kapsamında yaptığı kötülükleri bulmak ve öğrenmek mümkün.
Ancak ne ilginç ki; Alan Grenspan, Raymond Sackler ve Raphael Mechoulam gibi isimlerin Yahudi olduğu özel olarak belirtilmiş kitapta.
Benzer biçimde "Türkleri kobay olarak kullan"dığı iddia edilen Eva Hanımın da İsrail vatandaşı olduğu ve İsrail’e kaçtığı ifade edilmiş. Tıpkı "Kadim yoganın ABD eliyle Yahudi öğretisi Kabbala’ya dönüştürül"düğünün iddia edilmesi gibi. Tıpkı "hepsi aynı aileler; Rockefeller ekolünden hepsi..." vurgusuyla, memleket sathında oldukça güçlü olan "Dünyayı birkaç Yahudi aile yönetiyor" çağrışmasına zımnen atıf yapılması gibi...
Öte yandan hiç de tesadüf olmayacak biçimde bu "şeytan" Yahudilerin dışında kitapta olumlu pratik sergileyen -örneğin endüstriyel tıbbı eleştiren- bir tane bile Yahudi yok. Anlaşılan Yahudilerin işi gücü şeytanlık(!)
Ancak bu şeytanlık karşısında İstiklal Madalyalı kahraman Ord. Prof. Dr. Süreyya Tahsin Aygün olumlu bir kişilik olarak yer alıyor Kara Kutu’da. Tıpkı zaman içerisinde Türk şirketlerinin elden çıkarılması ve yok edilmesinin olumsuz bir öge olarak yer alması gibi. Tıpkı 1852’li yıllarda "İstanbul’da çoğu Beyoğlu ve Galata semtlerinde azınlıklara ait 72 eczane"nin, pek muhtemelen "biz"den olmadıkları için adları dahi anılmazken, o dönemdeki Türk eczacı ve eczanelerinin tek tek tanıtılmış olması gibi. Tıpkı "Türk eczacılar(ın) neden büyük şirketler haline dönüşmedi"ğinin eleştirilmiş olması gibi...
Sözü daha fazla uzatmaya gerek yok meramım anlaşılmıştır. Daha önce ifade ettiğim gibi; toplumcu tıp pratiğini savunan ve tarih bilimi perspektifinden bakanlara göre sermayenin kim olduğu önemli değildir. Onların derdi "yerli ve milli bir Türk sermayesi" yaratmak hiç değildir. Çünkü onlar bilmektedirler ki sermayenin dini imanı yoktur. Irkı milliyeti yoktur.
Bilelim ki toplumcu tıbbı savunanların, tıpkı Nazım’ın ifade ettiği gibi, "Çin’den İspanya’ya, Ümit Burnu’ndan Alaska’ya kadar / her mili bahride, her kilometrede dost(ları) ve düşman(ları) var"dır.
O dostlar ki; sermayenin tahakkümüne başkaldıran siyah, beyaz, kadın, erkek, eşcinsel, heteroseksüel, Yahudi, Musevi, Rum, Ermeni, Müslüman, Kürt, Türk, Amerikalı... çok renkli ebemkuşağıdırlar.
O düşmanlar ki; sermayenin tahakkümüne biat eden siyah, beyaz, kadın, erkek, eşcinsel, heteroseksüel, Yahudi, Musevi, Rum, Ermeni, Müslüman, Kürt, Türk, Amerikalı... çok renkli ebemkuşağıdırlar.
Hâl böyleyken onlardan birisini ırksal olarak ötekilerden ayrıştırıp vurgulayan; çocuk ölümlerinin yaşandığı bir dünyada, aşı gibi, diğer uygulamalara kıyasla en masum ve en etkili bir tıbbi pratiği dahi otizmle, bağışıklık sistemini çökertmeye ve kadınları kısırlaştırmaya yol açan bir uygulama olarak okuyan; adına Türkiye denilen bu cennet cehennem ülkede bedelini ödeyerek eşitlik, özgürlük ve barış mücadelesi veren insanları hedefe koyan bir körlüğü ve kötülüğü önce kendisiyle yüzleşmeye davet etmek insanlık adına kaçınılmaz bir sorumluluktur.
Ölen, öldürülebilen, ama kurban edilemeyen, ama intihar haberleri 140 karakteri geçmeyen, yaslarının yaşanmasına da asla izin verilmeyen o ölümler nedeniyle adına Türkiye denilen cehennemde süregiden hayat ölümüne bir iktidara tabi kılınabiliyor
Siyasi iktidar, her konuyu fırsat bilip dinbaz siyasetini topluma ne kadar dayatırsa, toplum genelinde dayatılan inanca olan tepki ve red o oranda artıyor
İstanbul’a gelen Tayvanlı turistin çantasının üzerine "Çinli değilim. Tayvanlıyım, Ölürüm Türkiyem" yazmak zorunda kalmasından bahis açıyorum
© Tüm hakları saklıdır.