19 Haziran 2022

Babalar, anılar, gölgeler, şarkılar…

Babalar, anılar, gölgeler ve şarkılar… Hiç yalnız bırakmadan bizi, biçim değiştirerek yaşamayı sürdürecek, birbirlerine dönüşe dönüşe ilerleyerek zamanın sonsuzluğu içerisinde hep var olacakmış gibiler

Baba deyince kocaman bir gölge geliyor aklıma, üzerimize her an yayılı duran, insanı kaplayan, saran. Gövdemizi kuşatan ama hareketlerimizi engelleyecek kadar ağır olmayan ince bir zırh. Fakat bir yandan da öyle çok uç noktalara uzanmamızı kısıtlayacak kadar da katı. Çelik gibi sert, parlak auralarıyla evrende başka hangi cismin gölgesi, en az kendisi kadar aydınlatıcı ve yol göstericidir ki… Gölgesi de ışık saçabilen kaynaktır baba…

Her çocuk gibi babamın beni kuşattığı hissini hep taşıdım, oysa hiç de öyle otoriter, sert, kural koyucu biri değildi. Sesinin yükseldiğini dahi pek hatırlamam, "Nasıl Geçti Habersiz"i söylediği zamanlar dışında... Bir de "O Ağacın Altı"nı... "Gölgesinde mevsimler boyu oturduğumuz" diye başlayıp nakarat kısmına kadar süren icrasında, sesinin güzelliğinden değil de bu şarkıyı ne çok sevdiğini bildiğimizden dinlerdik ev halkı olarak. İlk dörtlüğün ardından nakaratı da söyledikten hemen sonra bu içli şarkısı, annemin, "Kimlerle oturdun acaba o ağacın altında" çıkışıyla gülüşerek biterdi. 

"Nasıl Geçti Habersiz" ile birlikte "Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar", "Buruk Acı", "Sarmaşık Gülleri", "Sen Bensiz Ben Sensiz" ve "Samanyolu" gibi unutulmayacak eserlere imza atan Teoman Alpay, gönül şarkılarımızın bestekârıydı. Onun yaşlanmış babama fiziken benzerliğini fark ettiğimde, hayli ortak noktaları varmış dedim içimden; biri şarkılar besteledi, diğeri de o şarkıları gönlünce söyledi. Teoman Alpay, bundan 17 sene önce aramızdan ayrıldı, ondan 12 sene sonra da babam… Bu yüzden Hicaz makamında ılık ılık akan bir beste olan "Nasıl Geçti Habersiz"i, kimi zaman soğuk, katı bir gerçeği işitir gibi de dinliyorum biraz…

Sanat müziğini pek severdi babam, "Bu Ne Sevgi Ah"ı, sesini boğup, eğip büküp Abdullah Yüce'ye benzetmeye çalışarak okurdu. Zeki Müren ile aynı nüfus kütüğünde kayıtlı olduğumuzu söyler, övünürdü. İstanbul'a beraber gelişlerimizde Maksim gazinosunu, devrin aile müzikholllerini anlatır, yerlerini gösterirdi; "Bak burada Kazablanka vardı, burunlu Chevrolet'ler Taksim-Eminönü yapardı" derdi. (Ön koltukları çekyat gibi yekpare olan bu koldan vitesli otomobillerin sonuncularına binebildim ben de.) 

Babalar ve anılar, ikisi de hiç yok olmuyorlar, birbirine dönüşüyorlar sanki, varlıkları fiziken ortadan kalksa da form değiştiriyor, anı oluyor, şarkı oluyor, gölge etmeye devam ediyorlar. Yaşarlarken gölgeleri yeterdi ya, öldüklerinde de bir şey değişmiyor bu yüzden. Üstelik kayıplarının ardından hızla çoğalan anılarla dolan gölgeleri, daha da büyüyor, genişliyor. Sanki hala varlarmış gibi korunaklı alanlarında yaşamaya devam ediyoruz. Şarkıdaki gibi gölgesinde senelerce yaşadığımız o ağaçlar sanki babalarımız. 

Anılar, gölgeler ve babalar... Bu üçü ontolojik öz olarak aynı varlıklar gibiler. Varken yok gibi mesafeliler, yokluklarında da sanki hâlâ varlar, uzanıp dokunamasak da oradalar. 

Şarkıların, yaşama dair kaçınılmaz sonuçları bize hissettirmeden, -babamın deyişiyle çaktırmadan- alıştıra alıştıra kabullendirmek gibi bir hünerleri de varmış meğer. Babaları 1930-50 doğumlu olan bugünün 40-50 yaşlarındaki çocukları, eminim o dönemin muhteşem bestelerini çokça dinlediler onlardan. O zamansız ve ölümsüz şarkıların doğuşuna tanıklık eden bir kuşaktı o babalar. Şarkılarla yaşadılar, şarkılarla öldüler, hayatta olanların da sağlıklı, şarkılı ve uzun ömürleri olsun. 

Babam yaşıyor olsaydı da bir kez sarılsaydım ve birlikte söyleseydik "Nasıl Geçti Habersiz"i... 

Babalar, anılar, gölgeler ve şarkılar… Hiç yalnız bırakmadan bizi, biçim değiştirerek yaşamayı sürdürecek, birbirlerine dönüşe dönüşe ilerleyerek zamanın sonsuzluğu içerisinde hep var olacakmış gibiler. Bir baba olarak ben de zamanın bu döngüsünün içerisine şarkılar eklemeliyim; "Her Şey Seninle Güzel"in "Seninle paylaştığım tek bir gün yeter bana" dizesini, ara sıra mırıldandığını duyduğum ve dün çift haneli ilk yaşını tamamlayan oğlum Ali ile babalar ve çocuklar için söyleyelim bugün.
Ne kadar çok şarkımız olursa o kadar iyi…

Ömer Sercan kimdir?

Ömer Sercan 1974’te Bursa’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Eskişehir ve Bursa’da tamamlayarak İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun oldu.

Öğrencilik yıllarında İstanbul Üniversitesi Fotoğrafçılık Kulübü’nde başlayan uğraşını zamanla bir mesleğe dönüştürerek ulusal gazete, dergi ve TV kanallarında muhabir/editör olarak çalıştı.

Türkiye'nin önemli medya kuruluşlarında muhabirlik/editörlük, farklı içerikteki TV yayın ve yapımların program danışmanlığı, metin yazarlığı ve yayın editörlüğünü üstlendi. Çok sayıda tanıtım/ belgesel/reklam filmlerinin senaryo/metinlerini yazdı.

Türkiye’yi şarkılardan dinlemeye ve yazmaya devam ediyor.                           

Yazarın Diğer Yazıları

Az kuru pilav yanında “Nenni de Feridem”

“Gidiyorum işte gör, Hayalde gör düşte gör, Gıymatımı bilmedin, Bir kötüye düş de gör, Nenni de Feridem nenni” Mesela Ürgüp yöresine ait bu muhteşem türkü, tam esnaf lokantalarında dinlenesidir. Ağır aksak ritmiyle, içindeki kaşık şıkırdatmalarıyla, mekândaki çatal kaşık seslerinin içine bir güzel karışır, dinlenmez de sanki adeta yenilir yutulur. Hatta ‘dadından yinmez’

İyi miyiz değil miyiz?

Bugün Türkiye pop müziğinin güncel örnekleri üzerinden bir dinleme yapınca, Demirel’e atfedilen bir vecize aklıma geldi. Efendim kendisine sormuşlar, “Bana Türkiye’nin durumunu bir kelimeyle anlatın derseniz, iyi derim. İki kelimeyle anlatın derseniz, iyi değildir derim” demiş

"Aman Avni, bunlar ne güzel şeyler"

Onun "Bir kadeh şarap gibi içilmiş şarkılar"ıyla gönlümüzü eğlendirebilme, hayatta kendimizi eyleme, oyalayabilme becerisini kazandık; "Bu Akşam Bütün Meyhânelerini Dolaştım İstanbul'un" ve "Kader Kime Şikâyet Edeyim Seni" ile öğrendik yaşamayı. Ruhumuzun boşluklarını onun nağmeleriyle bir güzel sıvadık, kapattık

"
"