Güzel günler… Ne kadar da büyülü iki kelime…Yan yana geldiklerinde, geçmişe de geleceğe de gönlümüzce kapılar aralayabilmemize imkân veriyorlar. Geçip gitmiş o günlere ait tatlı bir hüznü duyumsatırken gelecekte yaşanacak olanlara dair umudu da bir araya getirip, ikisi arasındakio hafif boşluğa bırakıveriyorlar insanı.
Edip Akbayram, “Güzel günler göreceğiz çocuklar” derken geleceğe çeviriyordu yüzümüzü. Onunki geride kalan günlerimize hasretle bakmaktan çok yaşanacak olanlara özlemdi. Biliyordu çünkü, “En güzel günlerimiz henüz yaşamadıklarımız”dı.
Üniversitede diş hekimliği bölümünü kazansa da doktorluk hayalinden vazgeçip kendini müziğe adamaya karar vermiş, milyonların derdiyle dertlenmeyi seçmişti. Onun elinde türküler, şarkılar, bütün bir halkı o güzel günlere taşıyacak iyileştirici araçlardı. Son yıllarda nadiren verdiği röportajların birinde, “Sanat güzelliktir, sanat umuttur. Ben yıllardır bunu yapmaya çalışıyorum. Bütün şarkılarımda ezilen insanların yanında oldum, şarkılarımı onlara söyledim. Emek en yüce değerdir” diyordu. Şarkılarını, toplumun gelişimine, insanların eşit, adil, özgür ve barış içinde yaşama idealinin hizmetine sundu. Bu yüzden onun bestelerini, şarkılarını artık bir emanet titizliğiyle taşımak gerek.
Aldırma Gönül, Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz, Hasretinle Yandı Gönlüm, Bekle Bizi İstanbul, Hava Nasıl Oralarda, Nice Yıllara Gülüm gibi şarkı görünümlü emanetler bıraktı bizlere. Yılların kırışıklıklarına sıcak gülümsemesinin eşlik ettiği, çatlamış memleket toprağı gibiydi yüzü. Bu ülkenin dertleriyle dertlenmiş bakışları, memleket gibiydi; hüzünle gülümsemeyi başarıyordu. Memleket yüzlü adamın o berrak, saydam ve güçlü sesinden içimizde cam kırıkları gibi patlayıp dağılan şarkılarını, duyarak, düşünerek dinledik.
“Ben halkın melodisiyim”
Şarkılar, türküler, insanı en yalın haliyle görebildiğimiz yerlerdir. Açık kalp ameliyatı gibidir şarkılar, içimizde derin operasyonlara girişirler. Ama söyleyen de yüreğini getirip yüreğimizin yanına koyamıyorsa unutulup giderler. Edip Akbayram, şarkılarını bahane ederek yüreğini ortaya koyuyordu halkı için: “Ben halkın melodisiyim” diyordu: “Biz yaşadığımız toplumla yaşıyoruz. Yıllardır yaşadığım toplumda okuduğum şarkılarla işçilerin, emekçilerin, emeklilerin, fabrika işçilerinin, üniversite öğrencilerinin, atanamayan öğretmenlerin sesi olmaya gayret ettim.”
Kulaklarımızla değil kalplerimizle dinledik türkülerini… Ocakta aş, sokakta iş, meydanlarda yumruk, fabrikada ter, hasatta tane, sofrada ekmek gibi şarkılarını… Baskıya, sömürüye, adaletsizliğe karşı direnişe çağıran, o kararlı, bıçak gibi keskin, çelik gibi dirençli sesinden, bu toprakların en güçlü yorumlarını dinledik. Bozkırın ortasında kara tren gibi duman dumana ilerleyerek, içimizdeki duraklara hızla ulaşan o sesini ve bir de gülümsemesini çok sevdik. Şarkılarının içine iç çekişlerini ekledi, kalbinden küçük parçaları yorumuna itinayla kattı. O şarkılar yeri geldi isyanımız oldu ‘eşkıya dünyaya’, çıktık sokaklara. Yeri geldi ayrılıkların ardından ‘öyle ağırlaştık ki kendimize’, durduk kaldık öylece. Yıkıldığımızda yeniden ayağa kalkmak için ‘Aldırma Gönül’e dayanıp doğrulduk.
Ona söz; ardından çocuklar gibi ağlasak da her şeye rağmen onun gibi güleceğiz. Temennisini gerçekleştirecek, halkına emanet şarkılarını daha yüksek sesle söyleyip aramızda hep var olacağı güzel günler göreceğiz…
Ömer Sercan kimdir?
Ömer Sercan 1974'te Bursa'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Eskişehir ve Bursa'da tamamlayarak İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nden mezun oldu.
Öğrencilik yıllarında İstanbul Üniversitesi Fotoğrafçılık Kulübü'nde başlayan uğraşını zamanla bir mesleğe dönüştürerek ulusal gazete, dergi ve TV kanallarında muhabir/editör olarak çalıştı.
Türkiye'nin önemli medya kuruluşlarında muhabirlik/editörlük, farklı içerikteki TV yayın ve yapımların program danışmanlığı, metin yazarlığı ve yayın editörlüğünü üstlendi. Çok sayıda tanıtım/ belgesel/reklam filmlerinin senaryo/metinlerini yazdı.
Türkiye'yi şarkılardan dinlemeye ve yazmaya devam ediyor.
|