24 Temmuz 2023
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın para bulmak için çıktığı Körfez gezisinin ikinci günü iktidar medyasında "Suudi Arabistan ile Cumhuriyet tarihinin en büyük havacılık ihracatı sözleşmesi"nin imzalandığı yazıyordu. Akşam, Sabah, Takvim, Türkiye ve Yeni Şafak manşet yapmış, Hürriyet bir sayfada tam dört kez tekrarlamıştı aynı ifadeyi.
Ama böyle bir anlaşmanın kapsamı, ayrıntıları açıklanmaz mı? Verilmemiş bu bilgi. Geziye katılanlar da merak etmemiş olacaklar ki, içeriğini bilmemelerine rağmen yine de "en büyük" diye yazmakta sakınca görmemişlerdi. Sadece Türkiye gazetesinde İsmail Kapan, "Ancak İHA ve SİHA satışlarıyla ilgili herhangi bir rakam verilmedi" diyerek altını çizme gereği duymuştu.
Hakkını yememek gerek; çarpıklığı Yeni Şafak da fark etmişti ama soruşturup "bilgi" aktarmak yerine bu anlaşmanın Pakistan ile yapılan 1.5 milyar dolarlık 30 ATAK helikopteri anlaşmasından daha büyük olduğunun "tahmin edildiğini" yazmıştı. Halbuki Pakistan ile o anlaşma geçen yıl iptal edilmişti! Abartalım derken trajik bir duruma düşmüş oldular.
Ekrana "S. Arabistan'dan kaç milyar dolar gelecek" diye yazıp geziyi konuşan CNN Türk, oradan gelecek yatırımı 100 milyar dolara yükselten Türkiye gazetesi ile trilyon doları bulacak yatırımdan söz eden A Haber'in durumu Yeni Şafak'tan daha az trajik değildi doğrusu.
En kötüsü de "tarihin en büyük anlaşması" sıfatını harcadıkları için gezinin sonunda BAE ile "50.7 milyar dolar" olduğu açıklanan anlaşmalar imzalanınca bu kez "dev imza", "çok önemli" gibi sıfatlarla yetinmek zorunda kaldılar. Tabii bu anlaşmaların da ayrıntısı yok ortada.
CNN Türk'ün Özel Haberler şefi Fulya Öztürk'ün, umre ziyaretine yanlış açıdan tepki gösterildiğini düşünüyorum.
Bir kere, Öztürk'ün umre ziyaretinin İslami açıdan yerinde olup olmadığına karar vermek kimseye düşmez. Şahsen ben bu konuda konuşma hakkını kendimde göremem. Umrenin hakkıyla yapılıp yapılmadığı tamamen Fulya Öztürk ile tanrısı arasındaki bir konu.
Ayrıca Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı izlerken Kabe'yi ziyaret eden tek isim Fulya Öztürk de değil. Erdoğan'ın bu gezisinde ziyaret edenler oldu mu bilemiyoruz ama önceki gezilerde umreye giden gazeteciler olmuştu. Örneğin geçen yılki gezide gazeteciler Hacı Yakışıklı, Murat Özer, Yakup Köse ve Ünal Kaya da umre fotoğraflarını sosyal medyadan yayımlamıştı. Geçmişte Abdullah Gül ve Turgut Özal'ın gezilerinde de umreye giden oluyordu. Kaldı ki, başka ülkelerde de gazeteciler fırsat bulduklarında tarihi ve turistik yerleri geziyorlar.
Fulya Öztürk'ün yanlışı, -daha önce başka gazetecilerin de yaptığı gibi- dini ibadetini sosyal medyadan paylaşıp bunu bir gösteriye dönüştürmesi. Fakat bence Fulya Öztürk'ün umre gezisinden daha büyük gazetecilik problemleri var Erdoğan'ın gezilerinde.
Medya kuruluşlarının ulaşım masrafını ödememesinden başlayıp, katılacak gazetecilerin seçiminin ödüllendirme aracına dönüştürülmesi, geziyi izlerken sadece açıklamaların yazılması, soru sorarken çizilen sınırların dışına çıkılamaması, basın toplantısı metinlerinin denetlenmesine kadar hemen her yanıyla gazetecilik ilkelerine aykırı Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın gezileri… Sınırlı sorumlu propaganda elemanlığı işlevi yükleniyor seçilmiş gazetecilere…
"Hepinizden üstünüm hastalığı", 2 Temmuz günkü Sabah'ın Pazar ekinin manşetiydi. Hemen altında da şöyle yazıyordu:
"Toplumun, kendini 'çağdaş ve modern' diye kodlayan bir kesimi sürekli halkı koyun, sürü, cahil olmak üzere türlü tabirlerle aşağılıyordu. Yani toplumsal narsisizm filizlenmeye başlamıştı. Bugün ise artık her şeyin en'i olduğunu düşünen insanların sayısı çok arttı."
İki tam sayfayı kaplayan yazı, biri sosyolog, biri psikolog, biri de yazar olmak üzere üç kişinin gözlemlerini içeriyordu. "Halkı aşağılama" yaklaşımının kaynağı genelleştiriliyor; "Her şeyin en'i olduğunu" düşünenlerin sayısının arttığı da seçim sonrasında bazı kişilerin AKP'ye oy veren depremzedelerle ilgili hakaretamiz söylemlerde bulunmuş olmasına dayandırılıyordu.
Bu tam da toplumdaki kutuplaşmayı, hatta düşmanlaşmayı önlemek yerine daha da artıracak bir yaklaşım. Zira tek taraflı, genelleştirici, iki tarafla birlikte empati kurmayan bir üslupla çatışmacı gazetecilik örneği ortaya konulmuş.
Halbuki aradaki uçurumun tehlikeli biçimde derinleşmemesi için "barış gazeteciliği" ilkelerinin devreye sokulması şart. İki tarafın birbirine karşıtlığını artıracak değil, birbirini anlamasını ve barış içinde yaşamasını sağlayacak haber ve yazılar, toplumsal huzura katkı sağlar.
Sabah'taki yazıda belirtildiği gibi, seçimlerde AKP'ye oy veren depremzedelere karşı aşağılayıcı, hakaret dolu ifadeler kullanıldı. Ama özellikle sosyal medyada rastlanan bu söylemi, muhalif medya desteklemedi; karşı çıktı ve eleştirdi. Doğrusu da buydu.
İktidar medyası ise az sayıdaki insanın aşağılayıcı ifadelerini sanki iktidara karşı olanların tamamı söylemişçesine genelleştirdi, yaygınlaştırdı. Sabah'taki gibi yazılarla da hâlâ hafızalarda canlı tutmaya gayret ediyorlar.
En üzücü olan da "öteki" tarafa yönelik hakaretler, aşağılamalar söz konusu olunca sessiz kalmaları. Son örnek de Yeni Akit'in, kadın voleybol takımının as oyuncusu Ebrar Karakurt için "Milli utancımız" yazması. İktidar medyası ve yazarları, o gazeteye itiraz etmedi. Ebrar Karakurt'a sahip çıkan başörtülü tekvandocu Kübra Dağlı'nın linç edilmesine bile göz yumdular.
Doğrusu, Ertuğrul Özkök'ün geçen hafta Doğubayazıt'taki konser hakkındaki yazısını okumamıştım. Bir okurun gecikmeli gönderdiği "Sanki Batı'da yasak olan Doğu'da serbestMİŞ" eleştirisi üzerine okudum.
Özkök, tam da Doğubayazıt'ta konser alanına girerken öğrenmiş Hande Yener'in Balıkesir'deki konserinin yasaklandığını. O nedenle yazısını da kendisini davet eden, ağırlayan holding yöneticilerine övgülerin yanı sıra "Batı'daki konser yasakları" üzerine kurmuş:
"Anadolu'nun batısındaki vali ve kaymakamlar müzik festivallerini bir bir yasaklarken; birtakım sivil toplum kuruluşları durumdan vazife çıkarıp, bütün festivallerin yasaklanması için ortak bildiri yayımlarken Türkiye'nin en doğusundaki bir ilçemizde dün akşam beni şaşkınlıklar içinde bırakan bir festival yapılıyordu. Doğubayazıt Müzik Festivali…"
Özkök, konserden ayrılırken "Niye Doğu'da böyle Coachella gibi sahneler kurulup eğlenilirken, Batı'da bazı kaymakam ve valiler, çocuklara bir eğlence gecesini bile çok gören bir haleti ruhiyede…Neden" diye soruyormuş kendisine.
Bilmeyen biri Özkök'ün yazısını okusa, Türkiye'nin doğusunun konser yasaklarından hiç etkilenmediğini, sadece Batı'da yasaklar olduğunu sanabilir. Oysa bu ülkenin Batısında ne yasaksa, Doğusunda da o yasak, hatta daha da fazlası.
Tunceli'deki Munzur Kültür ve Doğa Festivali, İranlı sanatçı Mohsen Namjoo'nun Van konseri, Metin & Kemal Kahraman'ın Muş konseri geçen yıl yasaklanan etkinliklerden birkaçıydı. Hakkâri Valiliği, geçen ay 15 gün süreyle tüm etkinlikleri yasakladı. Daha dün konserler de düzenlenecek Bingöl Kiğı Doğa ve Kültür Festivali engellendi.
Özkök de bu yasakların farkındadır mutlaka…
Tek cümleyle:
ELEŞTİRİ, ŞİKÂYET VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN: [email protected]
Faruk Bildirici kimdir? Faruk Bildirici Gaziantep'te doğdu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'ni (BYYO) bitirdi. Gazeteciliğe, Haziran 1980'de Cumhuriyet'te başladı. 12 Eylül askeri döneminde sıkıyönetim ve eğitim muhabirliği, 1983 seçimlerinden sonra da Başbakanlık, siyasi parti ve parlamento muhabirliği yaptı. Bir süre Haber Müdürlüğü görevinde bulunduğu Cumhuriyet'ten, Nisan 1992'de ayrıldı. Sabah Gazetesi'nde beş ay süren parlamento muhabirliğinden sonra Ekim 1992'de Hürriyet'e geçti. Yaklaşık beş yıl Hürriyet Ankara Büro Şefi olarak görev yaptı. Bu dönemde yazı dizileri hazırladı; portre yazıları kaleme aldı. Araştırma kitapları yayımladı. Bir süre yine Hürriyet'te araştırmacı-yazar olarak çalıştıktan sonra Mart 2002'de Ankara Temsilci Yardımcılığı'na getirildi. 2002-2003 yıllarında Tempo dergisinde "Kırlangıç Yuvası" köşesinde yazdı. 31 Ağustos 2004- 14 Mart 2005 tarihleri arasında "Anlatsam Roman Olur" başlığıyla Hürriyet gazetesinde gerçek yaşam öyküleri kaleme aldı. Bu dizide kaleme alınan öykülerden hareketle hazırlanan aynı adlı televizyon programı Kanal D'de yayımlandı. TV8'de "Çuvaldız" (1999-2001), Cine-5'te "Üç artı Bir", Tv 8'de "Nerede kalmıştı?" (2009) adlı programlar yaptı. Hürriyet Pazar'da "Puzzle portreler" başlığıyla yayınlanan portre söyleşileri hazırladı. Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı'nda üç dönem "Araştırmacı gazetecilik", Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde de iki dönem (2014-2015) "Parlamento muhabirliği", Başkent Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde de üç dönem (2016-2019) "Medyanın güncel sorunları" dersleri verdi. 19 Nisan 2010'dan Mart 2019 tarihine kadar Hürriyet gazetesinin Okur Temsilciliği (Ombudsman) görevini yürüttü. 3.5 ay kadar Radyo ve Televizyon Üst Kurulu üyeliği yaptı; Başkan Ebubekir Şahin'in birkaç yerden maaş almasına karşı çıkması üzerine AKP ve MHP kontenjanından gelen üyelerin oylarıyla RTÜK üyeliğine son verildi. Halen bağımsız "Medya Ombudsmanı" olarak, T24'ün yanı sıra bu misyonunu kabul eden ANKA, Gazete Duvar, Gazete Pencere, Gazete Kapı, Gerçek Gündem, BirGün, 9.Köy, İkinci Yüzyıl, KRT TV, Muhalif'te ve kendi web sitesinde medyadaki etik sorunlara dair yazılar kaleme alıyor. Yayımlanan kitapları: Gizli Kulaklar Ülkesi (Şubat 1998), Maskeli Leydi: Tekmili birden Tansu Çiller (Temmuz 1998), Üniforma Slogan Biber (Şubat 1999), Kuzum Bülent: Ecevit'e aileden mektuplar (Şubat 2000), Siluetini Sevdiğimin Türkiyesi (Temmuz 2000), Anıtkabir Racon Zambak (Nisan 2001), Hanedanın Son Prensi: Mesut Yılmaz ve ANAP'lı yıllar (Aralık 2002), Yemin Gecesi: Leyla Zana'nın yaşamöyküsü (Şubat 2008), Serkis bu toprakları sevmişti (Ekim 2008), |
Malum, otosansür sansürden beter bir zehirdir gazetecilikte...
Ömrümüz Bahçeli’nin şifreleriyle geçiyor...
Haber kanalları yöneticileri bu alarmın kapılarının önünde çaldığını duyuyorlar mı acaba?
© Tüm hakları saklıdır.