Ülkede gündem x2 hızında ilerliyor. Raydan çıkmış hızlı tren gibiyiz. Her an nereye, nasıl toslayacağımız belli değil. Bir taraftan Ortadoğu yangın yerine dönmüş, herkes diken üstünde.
Gündem demişken, geçmiş gündemlerden birinde, Junior Ekonomist Bilal Erdoğan’ın, medya, ekonomi ve özellikle EYT’lilerle ilgili, çorabını çekiştire çekiştire anlattıkları geliyor aklıma…
Sanki kendi babası değil de başkalarının babası açıklamış gibi… “EYT büyük bir felaketti!” diyor.
Babasının müjdeyle açıkladığı EYT’ye felaket diyen bir oğul! O felaket de ne hikmetse seçimlerde iktidara yaradı. Şimdi EYT’lilere zombi, babaya da ‘günü kurtarmaya bakan adam’ muamelesi yapmanın manası ne!?
“Kandırıldık mı? Kandırıldık!”
Ekonomistlik de kandırılmak da ülkede adeta ata sporu. Sürekli kandırıldığından dem vuran bir iktidarın hala ülkeyi yönetme iddiasında olmasına ne demeli!? Fetö, Cehape, faiz lobisi, dış güçler, iç parazitler, Trump, Sisi, Hans, Toni, Coni… Kandırmayan kalmadı.
Yahu, siz neden hep kandırılıyorsunuz? Kandırılmadan bir iş yapamayacak mısınız?
Sevgili Bilal Erdoğan, acaba ülke meseleleriyle değil de gemiciklerinizin idaresiyle mi meşgul olsanız, ülkeyi de kendi haline bıraksanız… Müsterih olun, o böylelikle hiçbir şey kaybetmeyecektir. (Bir buçuk dakikanız varsa, Junior Ekonomist’in söylemlerine istinaden hazırladığım videoyu izlemek isteyenler için buraya bırakıyorum.)
Ayrıca ‘kandırılmak’ kelimesi yasaklansın artık bu ülkede! Kandırılanlardan da bundan böyle ‘kandırılma vergisi’ alınsın. Bak o zaman kandırılıyorlar mı! Hem Şimşek’e bir gelir kapısı daha açılmış olur.
Kandırılmak deyince, geçen aylarda MUBİ’de izlediğim, 2017’de prömiyerini yaptığı Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarışan The Party filmi geldi aklıma.
The Party: Kandırıldık mı? Kandırıldık!
Sally Potter'ın yazıp yönettiği The Party’nin tamamı tek mekânda geçer. Tiyatro oyunu atmosferine sahip siyah-beyaz filmin kadrosunda, Kristin Scott Thomas, Patricia Clarkson, Cillian Murphy, Timothy Spall gibi oyuncular yer alıyor.
Muhalefet partisinin gölge Sağlık Bakanı olarak atadığı Janet, bunu kutlamak için yakın arkadaşıyla evinde küçük bir parti düzenler. Kutlama, bir süre sonra traji-komik sahnelerle herkesin sırlarının ortaya saçıldığı beklenmedik bir kargaşaya dönüşür. Bu beklenmedik gidişatı başlatan şey ise, Jenet’ın kocası Bill’in kanser olduğunu açıklamasının hemen ardından önemli bir sırrını paylaşması olur.
The Party filminden bir kare
Politikacı (Janet) ve onun entelektüel hayat arkadaşının (Bill) davetlileri, lezbiyen bir çift (Martha-Jinny), çiftlerden biri alanı cinsiyet ayrımcılığı olan bir akademisyen, yogici-yaşam koçu-şifacı olduğunu söyleyen bir Alman (Gottfried) ile onun alaycı, realist sevgilisi (April) ve kaybetmeye alışık olmayan zengin finansçı (Tom) ile filmde bahsi çok geçse de yüzünü hiç görmediğimiz karısı, aynı zamanda Janet’ın da yardımcısı, güzeller güzeli Mary-Ann’dir.
Kimliklerini isimlerinin önüne çıkarmamın sebebi; toplumsal kimlikler üzerinden bilinçli bir klişeyle yazıldığını düşündüğüm filmin eğlencesinin de bu klişe kimliklerin temsilleri üzerinden kurmuş olmasıdır.
Olay örgüsünün zincirleme bir şekilde kandırılmalar, aldatılmalar ve sırlar üzerine kurulduğu film, bu vesileyle ideolojileri, ahlaki değerleri, yaşam biçimlerini sorgulatır.
Sürpriz sonlu The Party, fazla beklenti içine girmeden izlenebilecek, gönüllü avareliğinize eşlik edecek, kahkahaya boğmasa da (ki ben çokça kahkaha attım) eğlendirebilecek 70 dakikalık bir film. Film bittiğinde sizi öyle derin varoluşsal sorgulamalarla baş başa bırakmıyor. Ama kendinizi, filmdeki bazı sahneler üzerine, dudaklarınızda hafif bir gülümsemeyle düşünürken bulabilirsiniz.