03 Eylül 2023

Sınırın ötesinden, ama bir o kadar bizden bir hikâye: Leyla'nın Kardeşleri

Leyla’nın Kardeşleri, sinemasal olarak bir kez izlemenin yeterli olmayacağı destansı bir ustalık filmi

Roustayi’nin filmi, son yıllarda öne çıkan gerçekçi İran sineması geleneğine yaslanıyor. Günümüz İran’ındaki kokuşmuş politik sistemi, ekonomik çöküş ve belirsizlikler içindeki toplumun nasıl yozlaştığını, sınıf mücadelesini, şeriati toplum yapısı içindeki erkek temsilini ve kadınların statüko ile mücadelesini hayatta kalma çabası veren beş kardeşli bir aile üzerinden anlatıyor.

Yoğun Türkiye gündeminden uzaklaşmaya kararlıyım. Herkes gibi… Özellikle muhalefet lafı duymak istemiyorum. Evet, siyaset değil, gündem değil, daha çok muhalefet!

Sanatın bu gibi durumlarda iyi gelen yanına sırtımı dayama ihtiyacım var. Güzel bir şeyler izlemek istiyorum. Mubi’ye bakınıyorum. Daha önce Mubinin Kadın, Yaşam, Özgürlük: İrandan Kadın Hikâyeleri’ başlıklı seçkisi kapsamında Leyla’nın Kardeşleri”ni izlemiştim. Film hakkında bir şeyler yazmayı isteyip hep erteliyordum. Geçen hafta, İran mahkemesinin, filmin yönetmeni Roustayi ve yapımcısı Noruzbegi’yi “İslami sisteme muhalefet propagandasına destek vermek”ten suçlu bulduğunu, 6 ay hapis, 5 yıl film çekme yasağının yanı sıra milli ve ahlaki sinema eğitimi” almaları yönünde karar verdiğini öğrenince yazmak farz oldu artık…

Leyla’nın Kardeşleri, Saeed Roustayi'nin yönetmenliğini yaptığı ve senaryosunu kaleme aldığı, İran sinemasının son dönemlerdeki en çarpıcı örneklerinden biri. Film, bir taraftan rejimi eleştirdiği için İranda yasaklanırken, diğer taraftan da Cannes Film Festivali'nde FIPRESCI Ödülü alarak büyük bir başarıya imza atmıştı.

Film uzun. Hikâye çok katmanlı. Ama filmde anlatılan tüm meseleler aramızda öyle ‘bir bağ’ oluşturuyor ki, zamanın nasıl geçtiğini anlamadan bitiyor. Bir süre beni oturduğum yere mıhlayıp siyasetle aşınan düşüncelerime çomak sokuyor.

20 küsur yıllık iktidarın icraatları geliyor aklıma. Başımızdan bin bir türlü olay geçmiş, gündem arsızı olmuşuz. Her vuku bulan olayda ‘yok artık, o kadarını yapamazlar’ demişiz, biz daha cümlemizi bitirmeden el artırmışlar. O kadarını ve hatta daha fazlasını yaptıkları, istedikleri gibi at koşturdukları distopik bir Türkiye’de bulmuşuz kendimizi…

‘Tencere iktidar götürür’ tezine güvenip seçimlere girmişiz, o da patlamış elimizde. Hâlâ ‘Türkiye’nin kodları’ gibisinden uyduruk teorik söylemlerle ‘İran olamayız’ deyip uzak diyarlara salmışız bu tezi de…

Ama bu arada yeni eğitim bakanımız açılacak kız okullarının müjdesini veriyor. 3 kadınla evli, meclis binasında kadınlarla aynı katta çalışmak istemeyen, “kadınların nasıl sahiplendirileceğini” açıklayan milletvekilimsiler mecliste çoğunlukta. Hayatta tek vasfı babasının partisinin başına geçmek olan, aşı karşıtlığında sergilediği performansla ‘dünya düzdür’ tezimde yanımda görmek istediğim, 14 yaşındaki yoksul kız çocukları evlendirilmeli, ama benim kızlarım yüksek lisans yapmadan evlenemezler diyen zat milletvekili(!). Kendilerini sivil toplum kuruluşu olarak lanse eden İslami kuruluşlar, cemaatler, tarikatlar ‘ahlakımız bozuluyor’ gerekçesiyle bir çırpıda festivalleri, konserleri iptal ettiriyorlar. Muhtar, kızlı erkekli düğün yasaklansın diyor. Sırtını iktidara dayayanlar sokaklarda ahlak bekçiliğine başlamış, giyim kuşamımıza, yaşam biçimimize müdahale ediyorlar, bizler gideceğimiz mahallelere göre giyim tarzımıza oto sansür uyguluyoruz. Menzil tarikatımsı holdinginin ölen liderinin cenaze törenine 250 bin kişi katılıyor, geriye kalan 3 oğlunun arasında ‘ahiretsel sorunlar’ yaşanıyor, bu sorunu da alışık oldukları ‘duygusal (!)’ yöntemle çözüyorlar, tarikat üyelerine ‘ulvi sebeplerle zikir ve tövbelerinin yenilenmesi gerektiği açıklanıyor. Bu durumu MTV ödemelerinin 2 defa yapılması gibi düşünün!

Bir de bu iktidarı bugünlere taşıyan, muhafazakârlık-milliyetçilik-koltuk kapmaca sevdasında onunla yarışa girerek, meclisi bugüne kadarki en sağcı, en LGBTI+ ve kadın düşmanı meclis haline getiren muhalefeti düşünmeye başlıyorum yine. Aşırı parlak öngörüleri sayesinde siyasete yön veren muhalefetin, aşırı parlak taktiksel hamlelerinden biri sayesinde, ‘başörtüsü ittifakı’ ile aşırı derecede tehlike altında olan başörtüsü anayasal güvence altına alınacak ve aileyle ilgili düzenlemeler yapılacak. LGBTI+’ların boynu vurula!

Ama köy yanar, deli taranır misali, sanki tüm bunlar uzak diyarlarda yaşanıyor da, biz de elimizi alnımıza koyup oralarda olanları anlamaya çalışıyormuşuz gibi bir halimiz var.

İran temsilidir. Her müslüman toplumun ‘dindar nesil cumhuriyeti’ kurma yolunda kendi yoğurt yiyişi vardır.

Hem bir zamanlar, Malezya da, Afganistan da, İran da hep dutluktu!

Niyetim, sadece filmden, filmin sinema dilinden, estetiğinden, hikâyesinden bahsetmekti. Olmadı, bağlam kurmadan izleyemediğim gibi, bağlam kurmadan da anlatamadım. Filmde anlatılanlarla, bizdeki malzeme birbirine bu kadar yakın olmasaydı!..

Roustayi’nin filmi, son yıllarda öne çıkan gerçekçi İran sineması geleneğine yaslanıyor.

Günümüz İran’ındaki kokuşmuş politik sistemi, ekonomik çöküş ve belirsizlikler içindeki toplumun nasıl yozlaştığını, sınıf mücadelesini, şeriati toplum yapısı içindeki erkek temsilini ve kadınların statüko ile mücadelesini hayatta kalma çabası veren beş kardeşli bir aile üzerinden anlatıyor.

Hikâye ailede önemli bir yere sahip olan Alireza'nın çalıştığı fabrikanın kapanması ve aylardır maaş alamayan işçilerin fabrikadaki eylemleriyle başlıyor. Çarpıcı giriş sahnesinden sonra filmin etrafında döndüğü, yan hikâyelerin oluşmasına alan açan ve bu hikâyelerin hepsini kendi çeperinde döndüren asıl hikâyeye giriş yapıyoruz: 1 yıllık yas süreci geride kalmasına rağmen, ölen aşiret reisi Gulam’ın halefinin henüz belirlenememiş olması…

Yas töreninde bir araya gelen aşiret mensupları, halefin belirlenmesi için Gulam’ın oğluna baskı yapmaktadırlar. Zira halef seçilmediği için yas sürecinden çıkılamaz, yas sürecinden çıkılmadığı için de düğünler, törenler 1 yıldır ertelenmekte, en önemlisi de sabırsızlanan halef adayları seçilmeyi beklemektedirler.

Gulam’ın halefini belirlemek, bu ulvi statüyü’ pazarlık aracına çeviren oğluna düşer. Geleneklere göre bu statünün en yaşlı olan akrabaya devredilmesi gerekirken, pratikte en çok parayı veren halef olacaktır. Yani bütün bir cemaatin yasını üzerinden atması tek bir kişinin en iyi menfaate ulaşmasına bağlıdır. Film en başından itibaren bize; geleneklerin, örf ve adetlerin, toplumsal değerlerin, aslında ekonomik menfaatlere göre şekillenebilen bir şey olduğunu anlatıyor, ikiyüzlü bir ahlak anlayışıyla karşı karşıya bırakıyor bizleri.

Halef olmanın bedeli çoktan belirlenmiştir. Oğlunun düğününde 40 altın takan kişi, reis olarak seçilecektir. Manevi statüler hep parayla!..

İşte Leyla’nın Kardeşlerinin hikâyesi, en pahalı hediyeyi vererek karşılığında itibar kazanmak isteyen, düğünde halef olarak açıklandığında herkesin önünde saygıdan ayağa kalkacağının hayalini kuran, yıllardır bunun için para biriktiren ve ailesinin geleceğini feda eden Leyla’nın babası Esmail’in reis olma arzusunun etrafında şekilleniyor.

Eski afyonkeş baba Esmail, geleneksel bir anne, kırklı yaşlarına gelmelerine rağmen henüz ekonomik koşullarını oturtamamış, aynı çatı altında yaşamak zorunda olan 4 erkek kardeş (Alireza, Parviz, Ferhat ve Manouchehr) ve maaşıyla bütün aileyi geçindirmeye çalışan Leyla… Her bir karakter, filmin odaklandığı geniş toplumsal panorama içinde, bireysel mücadeleleriyle gözler önüne seriliyorlar. Tüm bu karakterlerin kendi hayatlarında yüzleştiği sorunlar, ülkedeki ekonomik çıkmazın, yolsuzlukların, sosyo-politik yozlaşmanın, sınıf mücadelesinin ve kadının toplumdaki yerinin birer temsili olarak karşılık buluyor filmde.

Düşünmenin değil, geleneklerin aşılandığı bir toplumda babayı öldürmek!

Hikâye, bir taraftan aileyi ayakta tutmaya ve yoksulluktan kurtarmaya çalışırken diğer taraftan da eril tahakkümle mücadele eden Leyla’nın ekseninde ilerliyor. O, ailenin yeni bir hikâye yazması için, ailenin tüm fertlerinin kendilerini içinde bulacakları, kendilerine güvenlerini sağlayacak, refah düzeylerini artıracak işi de, işin kaynağını da bulmuştur.

Leyla, 40 altını kurulacak işin kaynağı olarak kullanmaya kararlıdır. O, bu altınların babasının sahte itibarını korumak için heba edilmemesi gerektiğinin bilincindedir. Hepsinden daha cesur, sağduyulu ve akıllı davranır. Ne var ki yoksulluğun kaderleri olduğuna inandırılmış ve alıştırılmış bir toplumun parçası olan, geleneklerle geçim sıkıntısı arasında kalmış bu aileyi, daha ideal bir yaşam için mücadele etmeye ikna etmek hiç de kolay olmaz Leyla için. Leylanın tespitlerinin perspektifiyle izlediğimiz filmde, bu durumu akıllara kazınan o repliğiyle şöyle özetler Leyla: Nasıl düşüneceğin değil, ne düşüneceğin öğretildi sana.”

Ailedeki inatçı kardeşler, kocasını oğullarına, oğullarınıysa kızına tercih eden, ailedeki bütün basiretsizliklerin tek sebebi olarak Leyla’yı gören bir anne, yalanlar söyleyen, intikam ve itibarı için bütün ailesini gözden çıkaran bencil bir baba karşısında istediği tek şey bir kız kardeştir Leyla’nın. Birbirinin çaresi olan ‘Kız kardeşliktir’ özünde! Alireza’ya, Sihirli bir lamban var mı? Bana küçük bir kız kardeş ver. Bir de sırtımı yaslayabileceğim bir abla.” der.

Leyla, direnen İranlı kadınların sembolüdür. O, aileyi kutsallaştıran sistemle, ahlaki çelişkilerle, erkek egemen sistemin baskıcı, despot yüzüyle babasına attığı tokat üzerinden hesaplaşır filmde.

Filmin gerçeklik duygusuyla örtüşen önemli bir ayrıntıyı paylaşmadan olmaz. Leyla karakterini oynayan, İran’ın önde gelen aktrislerinden biri olan Taraneh Alidoosti, İran’da kadınların örtünme yasasına karşı verdiği mücadelenin de önemli bir figürüdür. Alidoosti, İran’daki protestoların ana sloganı olan "Kadın, Yaşam, Özgürlük" yazılı bir pankartla başı açık fotoğrafını sosyal medya hesabından paylaşmış, güvenlik güçlerinin öldürdüğü eylemcilerin aileleriyle dayanışmış, bu nedenle tutuklanmış ve daha sonra serbest bırakılmıştı. Bunu bilmek benim açımdan filmi çok daha anlamlı kılıyor.

Leylanın Kardeşleri, sinemasal olarak bir kez izlemenin yeterli olmayacağı destansı bir ustalık filmi. İzleyici olarak bana bir şeylerin yolunda gitmediğini ve haklı endişemi hatırlatan, gelinen süreçte bundan suçsuz olduğumu savunarak kurtulamayacağımı, her birimizin sorumlu olduğumuzu yüzüme çarpan bir film olmuş.

Yazarın Diğer Yazıları

Eylül: Ortalama kaç yıl yaşar bir travesti!?

Her haltın yenilip, domuz etinin yenilmesinin skandal olduğu ülkede, ‘Milton Kasırgası gelse de süpürse bu çılgınlığı’, diye içimden geçirmiyor değilim. Nereden tutsan elinde kalan ülkenin tek derdi kutsal aile(!), alkol ve LGBTİ’ler…

The Party: Kandırıldık mı, kandırıldık!

Ekonomistlik de kandırılmak da ülkede adeta ata sporu. Fetö, Cehape, faiz lobisi, dış güçler, iç parazitler, Trump, Sisi, Hans, Toni, Coni… Kandırmayan kalmadı. Yahu, siz neden hep kandırılıyorsunuz? Hadi kandırılıyorsunuz, peki faturasını neden hep biz ödüyoruz?

Kötülüğün faili olmak, suça ortaklık etmek: The Zone Of İnterest

Birçoğumuz "Bu kadar kötülüğün ve çürümüşlüğün ortasında nasıl yaşayabiliyoruz" sorusunu soruyordur kendine. Onca çürümüşlüğün ve kötülüğün ortasında, bunun faili ya da parçası olmadan kalabiliyor muyuz?

"
"