Dünya nüfusunun büyük bir kısmının açlıktan nefesi kokarken, Avrupa’nın en rütbeli bankacısı Mario Draghi (AMB-Avrupa Merkez Bankası Başkanı), Dünya Ekonomi Forumu’nda yaptığı konuşmasında zorlu yılların geride kaldığını, Avro bölgesinde rahatlama dönemine girildiğini açıkladı. İçimizi umutlu bir sevinç kapladı.
Hakikaten yalnızca Avrupa’nın değil, dünyadaki bir çok gelişmiş piyasalara sahip kapitalist ülkenin sermaye ve gayrimenkul piyasaları rekordan rekora koşuyor.
Merkez bankaları 2000 “dot.com” ve 2007 gayrimenkul krizlerinden sonra ülke ekonomi politikalarında daha da etkin olmaya başladı. Ülke ekonomilerini çalışır durumda tutma gereksinimi, demokratik bir toplumda aslında kamunun elinde olması gereken egemenlik alanını, para büyüklüğünü elinde bulunduran merkez bankalarının etkisi hatta egemenliği altına soktu.
Merkez bankaları güçlerini bazen devlet tahvili satın alma bazen de bankalara doğrudan ucuz kaynak kullandırma ve faizleri düşük tutma yöntemleriyle kullandılar. ABD Merkez Bankası’nın (FED) eski başkanı Alan Greenspan’ın döneminden beri para arzı ve faiz oranı krizi ertelemede ana araçlar haline geldi.
Düşük faizli para politikası, harcamalarını finanse etmek zorunda olan iktidarların kısa vadeli politik çıkarlarına da uygun düştü. Devletler boğazlarına kadar kendi merkez bankalarına borçlandılar.
FED her ay yaptığı 80 milyar dolarlık tahvil alımı yoluyla yarattığı para arzı artışını keserse, merkezi hükümet hayatını sürdürebilecek kaynaklardan, piyasalar ise varlık (hisse senedi, gayrimenkuller) değerlerinin artışından mahrum kalacak, dolayısıyla da piyasalara bağımlı hale getirilmiş olan kesimlerin servet birikimi açlığı doyurulmamış olacak.
AMB de 2008 gayrimenkul krizinin yansıması olan, Güney Avrupa ülkelerinden kaynaklanan borç krizini aşmak için, FED yöntemini izliyor. Son derece düşük bir faiz oranı uygulayarak (son olarak %0,25 civarına kadar indirdi) krizdeki Güney Avrupa ülkelerine para yağdırıyor.
Yapısal değişiklikleri apayrı bir gereksinim olan bu ülkeler ucuz parasal kaynaklarla ve parasal bollukla ekonomik hayatlarının devamını sağlıyorlar. Bu parasal kaynağın kısılması Yunanistan, İtalya, İspanya ve Portekiz gibi ülkeler için ekonomik yıkım demek. Ne ülke yönetimleri ne de AMB bunu göze alabiliyor.
Devlet borçlarının yanısıra, uygulanan bu politikanın ikinci ana sonucu ise piyasalarda yüzen olağanüstü miktardaki para bolluğu oldu. Düşük faiz ve para bolluğu yatırımcıların ellerindeki servetleri artırırken bu aynı zamanda sürekli bir rant arayışına yol açtı. Rant yaratma konusunda oldukça yaratıcı olan piyasalarda, herkesin katkısıyla emlak fiyatları tırmandırıldı ve emlak sahipleri bu yolla yeni rantlar elde ettiler. Sermaye piyasaları da bu aşırı para bolluğundan nasiplendi.
Örneğin ABD’nde 2007 yılındaki krize kadar gerçekleşen gayri menkul değer artışları sayesinde zenginleşmiş (daha doğrusu elinde birikmiş olan varlıkların değeri artmış) ve büyük ölçüde hassas dengelerde yüzen sermaye piyasalarının koşullarına tabi olan varlık değerlerine sahip orta ve üst sınıflardan oluşan bir toplumsal kesim var.
Merkez bankası kaynaklı kısa vadeli yaşama ve yaşatma programı olarak adlandırabileceğimiz bu kalkındırma programı, parasal çokluğu temel aldı ve varlık değerlerinin (hisse senedi ve gayrimenkuller) eskisine oranla sürekli artırılması ya da en azından korunması ilkesine dayandırıldı.
Dolar ve AVRO bölgesinin 2000 yılından beri merkez bankaları marifetiyle kurtarılma çalışmalarının temelinde de yatırımcı kesimlerin servetlerinin erimesi korkusu yatıyor.
Yaratılan bu para halkın cebine gitmekten çok, önemli ölçüde bu dünyada varlık (hisse senedi, gayrimenkul) değerlerinin artışına bağımlı hale gelmiş dar bir kesimin servet artışını finanse ediyor.
Piyasalara aktarılan inanılmaz boyutlardaki para halkın cebine gitseydi hiperenflasyona yol açması gerekirdi. Oysa aşırı para bolluğu fiyat artışlarına yansımıyor, hatta yer yer deflasyon tehlikesinden sözediliyor.
Para bolluğundan ve rantlardan en fazla yararlanan kesim hakkında fikir sahibi olmak açısından belirtelim. Dünya nüfusunun yüzde biri toplam servetin yarısını elinde bulundurmakta. En zengin 85 ailenin servet toplamı dünya nüfusunun yarısının servetine eşit. Offshore hesaplarında tutulan servet tutarı ise 18,5 trilyon dolar. Bu arada ABD’nin milli geliri 16 trilyon dolar civarında. (Bakınız: http://www.oxfam.org/en/policy/working-for-the-few-economic-inequality).
Halkın cebine gitmeyen havadan yaratılmış paraların önemli bir kısmı dünyanın en zengin insanlarının servet birikimine akıyor. Bu servet ve güç birikimini dünya genelinde gözlemlemek mümkün. Çalışan insanların reel ücretlerinde herhangi bir artış artık kapitalizmin doğasına aykırı bir durum oluşturuyor.
Merkez bankaları eliyle yoktan servet yaratma kapitalizmi bildiğimiz pazar kurallarının dışında seyrediyor ve artık kimileri için risksiz bir rant yaratma ekonomisine dönüştü.
Gelir dağılımı eşitsizliğine dayalı bir kapitalizm bu aynı zamanda. Çok ufak bir azınlığın, pazarları altüst edebilecek miktardaki servetlerinin korunması devlet ve merkez bankaları politikalarının temelini oluşturuyor. Devlet borçları ise tırmanmakta sürekli olarak.
Bilindiği gibi devletlerin borçları mutlaka ödenir. Kendi halkı tarafından ödenmezse dünyadaki başka halklar tarafından ödenir, ama bu borçları mutlaka bir halk öder.