Küreselleşmiş ekonomik ilişkilere tabi olan ulusal ekonomiler arasında yayılan bir hastalık insanlığı kemirip duruyor.
Bu hastalığın belirtileri şöyle:
Bir türlü dikiş tutmayan bir kamu maliyesi, kendi ayakları üzerinde durmaktan aciz pazarlar, sürekli devlet desteğine ve dış borca bağımlı işletmeler ve sermaye piyasaları.
Bu hastalığa yakalanmış olan ülkeler ancak adına büyüme denilen bir ilaç sayesinde nefes alabiliyorlar. Büyümenin bedeli ise bünyenin bütün dengelerini altüst eden ve her geçen gün daha fazla şırınga edilmesi gereken para ile ağırlaşıyor.
Tedavisi güç, hatta belki de olanaksız.
Çözümün ise nereden geleceği meçhul. Ufukta da umut verecek bir alternatif gözükmüyor.
Çözümsüzlük dünyanın çeşitli yerlerinden kendisini gösteriyor. Örneğin 2000 yılından bu yana ikinci kez iflas eden Arjantin, hastalığını tedavi etmede ulusal ekonomilerin ne denli yetersiz kaldığını bir kez daha gösterdi.
1990’ların sonunda Peso’yu Dolar’a bağlayarak ulusal para birimleri ile birlikte ellerindeki en güçlü para politikası aracını da yitirmiş, böylece iflasın altyapısını hazırlamıştı.
Aynı biçimde içlerinde antik devirlerden bu yana kullandıkları Drahmi’den vazgeçen Yunanistan gibi ,ulusal para birimlerini tarihe gömerek Avro bölgesine giren ve 2000’li yıllar boyunca yaşadıkları kan kayıplarının farkına varamayarak 2008’den sonra krize giren güney Avrupa ülkeleri, anlaşıldığı kadarıyla Arjantin deneyiminden hiç ders çıkaramadılar. Aynı para birimine geçmenin göz kamaştırıcı ilk etkileri olası sonuçları görünmez kıldı.
Ortak para birimi her iki taraf için de aynı olumsuz sonuçlara yol açmaz elbette.
Alt yapısı güçlü, yaygın ve rekabetçi bir ihracat ürünleri yelpazesi olan ülkeler için ortak para birimi, ya da başka bir para birimine bağlanmak, refah arttırıcı olabilirken, bu bağlanma görece dezavantajlı olan ülkenin gelir yaratıcı nitelikteki varlıklarının erimesi anlamına gelir. Erimesini istemiyorsa eğer, bunu durdurmak için varlıkların her geçen gün daha büyük miktarda dış borçla finansmanı gerekir. Ortak para birimindeki ülkelerden krize girenlerin başına gelen de budur zaten. Hastalık tedavi edilmektense, etkilerini azaltıcı dozda para şırınga edilir.
Görece zayıf ülkeler başlangıçta finansman kolaylıklarının sağladığı kısa vadeli avantajları yaşarlarken, gitgide ağır dış borç ödemeleri altında ezilmeye başladıklarında ve dış finansman olanakları sürekliliğini ya da hızını yitirdiğinde, krize girmeleri kaçınılmaz hale gelir ve ödeme zorluklarıyla karşılaşırlar.
Şu an Avrupa’nın üzerinde durduğu en büyük risk bu borçlanma oranlarının aşırı yükselmiş olması. Avrupa’da kriz devletlerinin ödeme zorlukları hala devam ediyor ve sonu da görünmüyor.
Finans kurumlarının neredeyse sıfır faizle Avrupa Merkez Bankası’ndan borçlanarak satın aldıkları krizdeki ülke tahvilleri değer kaybediyor. Bu durum, kar hırsıyla bu tahvilleri satın almış olan bankaları ve finans kurumlarını da tehdit ediyor.
Buna çözüm olarak Avrupa Merkez Bankası sürekli olarak piyasalara para yığarak varlıkların erimesinin önüne geçmeye çalışıyor, böylece sorunun çözümünü erteliyor. Aslında sorunu yalnızca daha da çözülmez hale getirmekten başka bir şey yapmıyor. Krizin bütün tarafları bir mucize bekler gibi çaresiz Avro bölgesinin bu zorluklardan kurtulacağı günü bekliyor.
Sermaye Piyasaları hala hiç bir sorun yokmuş gibi davranarak Avrupa Merkez Bankası’nın umutsuz politikalarını başıyla onaylıyor. Oysa büyüme hızı Avrupa çapında yavaşlamaya devam ediyor ve 2008 krizinden bu yana uygulanan ve trilyonlarca Avro’ya malolan kurtarma harekatları bir sonuç getiremiyor.
Yalnızca büyüme oranları güdük kalmadı (mesela İtalya ekonomisi bu yılın ikinci çeyreğinde açık bir şekilde daraldı), aynı zamanda azalması gereken ve ülkeleri boğan borçlar da artışa devam ediyor.
On yıldan fazladır, Avro bölgesinin kaymağını yiyen Almanya bile artık yoldaşlarının resesyonlarından etkilenecek aşamaya geldi. Önümüzdeki dönemde Rusya’nın uyguladığı boykotun da Almanya’yı benzer bir resesyonun içine çekmesinden korkuluyor.
Bir devletin iflasının toplumsal sonuçları çok boyutludur. Büyüme tersine döner ve ekonomi daha az gelir yaratarak sürer ama yaratılan gelir ekonomik hayatı eskisi gibi sürdürmeye yetmez.
İşletmeler iflas eder ve halkın daha geniş kesimleri yoksulluğa kayar.
Durum öyle gösteriyor ki, ne Arjantin krizden çıkabilecek, ne de krizdeki Avrupa.