Geçenlerde bir arkadaşımla konuşurken ben şiir dahil edebiyat alanındaki belirgin politikleşme eğiliminden söz edince arkadaşım, bu politikleşmenin sosyalizm etrafında dönmediğinden, hatta başta DEM olmak üzere sol politikanın da sosyalizm demekten kaçındığından yakındı.
Düşündüm, e vallahi ezbercileri saymazsak Sovyetler yıkıldığından bu yana kavramın kullanım değerinde epey bir değişiklik oldu. Toplumsal mücadeleler şimdi kendini daha çok sosyal haklar, insan hakları, savaş karşıtlığı, doğa savunuculuğu gibi temel çerçevelerde gösteriyor. Tümü de kitlelerin devletler karşısında gardını almak ihtiyacında olduğunu gösteriyor. Yani antikapitalist mücadele baki. Belki her zamankinden daha çok. Peki ya “sosyalizm”?
“Sosyalizm” sözcüğünün “sosyal” bölümü firar edeli uzun zaman oldu. Sosyal sigorta gibi kurumlaşmalar o bağımsızlığın ürünlerindendir. Siyasi kurumlaşma da “Sosyal Demokrasi” kavramı etrafında oluşmuştu. Gerçi bütün bu “sosyal”ler emeğin haklarını savunmak anlamındadır ama, kapitalizm içinde ve mücadeleler ölçüsünde! Hani İsveç, Finlandiya, İzlanda gibi ülkelerin şampiyonluğunu yapageldiği rejimlerle... Sosyalizm daha başka bir şey.
Anmadan geçmeyeyim, bizde KİT’lerin yani İktisadi Devlet Teşekküllerinin varlığını “sosyalizm” saymaya kalkışan da çıkmıştır: Prof. Dr. Tansu Çiller’i hatırlayın, kendisi o korkunç 1990’lı yıllarda başbakan olarak Türkiye’den “son sosyalist ülke” diye söz ettiğinde herkes bu kadın nerede yaşıyor demişti. KİT’ler sosyalliğin de sosyalizmin de önemli yordamlarından biridir ama, Çiller de her gördüğü sakallıyı dedesi sanacak kıvamdaki politikacılardan biridir...
Sosyalliğin ileri dereceleri için “sosyalizm” değilse bile “sosyalist” sözcüğünü kullanmak aslında bazı Avrupalıların geleneklerine dahil. Örneğin, CHP’nin de üye olduğu “Sosyalist Enternasyonal” bu geleneğin bir uzantısı. Peki nasıl ayırt edeceğiz bütün bunları?
Son seçimlerde de öğrendiğimiz üzere, “stratejik” düşünerek!
CHP’nin ve Avrupa Sosyal Demokratlarının mensup olduğu “Sosyalist Enternasyonal”in stratejik hedefi sosyal devlet oluyor, yani kapitalizmin “sosyal” türü. Malûm, içi dışı sömürü olan kapitalist sistemde mücadeleler sayesinde bazı haklar elde edilebilmiştir. Sıkı durmazsanız hemen elinizden alınan sosyal haklardır bunlar. Sosyal Demokrasinin ve Sosyalist Enternasyonal mensuplarının bir tür supap gibi kabul ettiği ve emekçi sınıfların önemsediği düzenlemelerdir.
Sosyalizm fikri ise stratejik hedef olarak kapitalizmi, yani iç ve dış sömürüyü tümden reddeder ve bu konuda fikir ayrılığı yoktur. Farklı fikirler, stratejik hedefin ne ve nasıl olacağı konusunda ortaya çıkıyor. İlk ayrılıkların üzerinden yüz yetmiş, yüz seksen sene geçti. Anarşistler yalnızca kapitalist devleti değil, sosyalist devleti de reddettiler. Bu anlamda komünizm fikrinden farkları, komünistler ilk aşamada kapitalist devletin yerini sosyalist devletin alması gerektiğini savunurken, anarşistlerin böyle bir aşamayı kabul etmeyişleridir.
“Komünist toplum” aslında bir ütopyadır ve kabaca “herkese ihtiyacı kadar, herkesten elinden geldiği kadar” formülüne dayalı bir eşitlik toplumu olarak tanımlanır, hak ve değer eşitliği. Böyle bir topluma ulaşmanın ilk aşaması sayılan sosyalizm ise, üretim araçlarının kamuya, egemenliğin işçi sınıfına ait olduğu, politikanın sınıfın partisi eliyle uygulandığı sistemin adıdır. Bu programda “sosyalizm”, komünist toplum için gerekli temeli oluşturma dönemidir. Başka bir deyişle, menzilin kendisi değil, yarısı.
1970’li yıllara kadar sosyalist sistem düşe kalka bu iddialarla var oldu. Gelgelelim, 70’li yılların birinde Sovyetler Birliği Komünist Partisi artık komünizme geçildiğini ilan ediverdi.
Geniş sosyalist ve komünist kesimlerde esaslı bir şok etkisi yarattı bu karar. Şu çok açık nedenle ki komünizm, bütün dünyada toplumsal gelişmişlik düzeyi devleti sönümlendirmeye elverecek koşullara ulaşılmadan ilan edilecek türden bir sistem değildir. Bütün dünya o düzeye ulaşmadan siz komünizmi kurduk diyemezsiniz. Derseniz ciddiye alınmazsınız ve zaten öyle de oldu, karar öylece kaldı, ciddiye alan olmadı, daha doğrusu bu ciddiyetsizliği ciddiye alan “Avrupa komünizmi” adlı ayrışma keskinleşti ve akımın hem dünyadaki hem de Sovyetler’deki gücü hızla çözülmeye başladı. Sosyalist devletin ayakta durmakta zorlanmaya başladığı görüldü. Stalinizm boyunca ve sonrasında kitle desteği gitgide erimişti “sosyalist” devletin. Yine de ayakta durabilmiş olması, başta sağlık ve eğitim olmak üzere sosyal yönün göreli sağlamlığıydı. Öyle ki, kapitalist ülkelerin devletleri kendi halkları bu yüzden sosyalizme meyleder korkusuyla 2DS sonrasında epey “sosyal”leşmişlerdi. Ancak, 1990’larda duvarın yıkılmasını hiçbir şey engelleyemedi.
Bugünki reel dünyada devlet düzeni olarak sosyalizmin özenilecek ne gibi özelliklerinden söz edilebilir peki? Bir ideal olarak değil de onun dışında, verili bir devlet katında sosyalizm diye düşünürsek, günümüzün Çin’i gibi, eskinin Filistin’i diyebileceğimiz Vietnam gibi ülkelerin çekici bir yanını bulmak zor bugün. “Sosyalist piyasa ekonomisi” tarzında, kendi içinde çelişkili bazı terimleri çağrıştırıyor hepsi. Oralarda biriken artıdeğer ne tür siyasi ilişkilerin dayanağı kılınmaktadır ve daha önemlisi kılınacaktır, işte bütün mesele, sevgili Shakespeare! Tiennenmen Meydanı’nda tanık olduğumuz hangi ölümdü?
Demokrat ve özgürlükçü yazarlara “liboş” diyerek akıllarınca kendilerini keskin devrimci katına konumlandırmaya heves edenlerin aklına şaşayım. Oportünistlikte neoliberalleri hiç aratmıyorlar. Ve özgürlüklerin Ö’sünden korkan Stalinizmin sularından ayrılamıyorlar. Rahattır oralar. Sovyetler yıkılalı egemenlerin de umurunda değiller. Devlet nasıl “terörist” sıfatını kanunlarında ve uygulamada kendine göre, işine geldiği gibi tanımlıyorsa, liboşçular da her tür özgürlük mücadelesini içeriğini boşaltarak kullanıyorlar, gayet “yerli ve millî”! Neyin davasını güttüklerini bilmek zor, ancak eşitliğin, özgürlüğün, hele sosyalizmin davasını gütmedikleri çok açık.
Küba’nın elde bir olan çekiciliğinde, Che’li, Castro’lu rengârenk devrim tarihi ve başemperyalin burnunun dibindeki rüya adasında yer almasının yanı sıra Sovyet desteğinin de payı olmuştur. Devrimcilik Güney Amerika’nın genlerinde vardır zaten. Gelgelelim, sosyalizm Küba dışında tutunamadı, ne Nicaragua’da ne de Şili’de. “Avanti popolo” diye başlayıp “Evviva socialismo e la liberta!” diye biten heyecan dolu şarkılar geride kaldı. Şimdi Fransa’daki “On ne lâche rien!” gibi kitleselliğin tadını çıkaran başka şarkılar var. Ama “Evviva il socialismo e la liberta!” dizesinde “sosyalizm” ile “özgürlük” şiarlarının ayrılmaz bütünlüğü çok şey anlatıyor olmalı.
Latin halklarının “liberta, liberasyon” şiarları Türkçede “özgürlük, özgürleşme” ve “kurtuluş” olarak farklı karşılıklar buluyor. Türkçede tarihsel ağırlığın “kurtuluş”ta olması dikkat çekicidir. Canım ciğerim Namık Kemal’in “Esir-i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esaretten” şeklindeki unutulmaz dizesiyle kaydettiği “Hürriyet”, özleştirme uğruna (?) harcandı. Yerini tutsun diye önerilen “özgürlük”, sınırlı bağlamlara özgülendi kaldı. Neden diye sormak iyi olur.
12 Eylül döneminin Mamak Cezaevi kadınlar koğuşunda içimize işlemiş Tahliye şarkısına hep “Özgürlük” bölümüyle başlardık, kutsal sözler telaffuz edercesine: “Özgürlük ekmekten sudan öte/ Özgürlük en yüce aşktan öte/ Özgürlük vazgeçilmez bir sevda/ Yüreklerimizde”... Çiğdem Talu’nun bu uzunca şarkısının ilk kıtasını es geçip söze “özgürlük”le başlamamızda mahpusluğun ve her tür tutsaklığın etkisi vardı mutlaka. Gerçi bir iki kıtasını daha elemiştik bu uzunca şarkının ama, vurgu önemlidir. Daha çok kadınlar ve çocuklarla ilgili kıtalarını alıkoymuştuk. Youtube’da erişilebiliyor...
Bu aralar çoktandır kendi hukuklarını tepine tepine çiğneyen birer Leviathan olarak devletlerle nasıl başa çıkılır meselesi mesai bekliyor. Kitleler gerçekten de devletler karşısında gardını almak ihtiyacında. Belki her zamankinden daha çok. Çünkü devletler her zamankinden daha az sosyal, daha çok kıyıcı.
Necmiye Alpay kimdir?
Çalışmaları dil üzerinde yoğunlaşan Necmiye Alpay 1946 yılında doğdu. 1969 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni (Mülkiye) bitirdi.
1978'de Paris-Nanterre Üniversitesi'nden uluslararası iktisat alanında doktora derecesi aldı. Mülkiye'deki öğretim üyeliği 12 Eylül 1980 darbesi ile başlayan süreçte sona erdi. İzleyen yıllarda akademide 'Türkçe' ve 'Yaratıcı Yazarlık' alanlarında dersler verdi.
2011 yılından itibaren uzun süre Radikal gazetesinde Dil Meseleleri üzerine yazdı. 2016 yılında İsviçre'nin Almanca PEN Merkezi tarafından onur üyeliğine seçildi.
Kitapları
- Türkçe Sorunları Kılavuzu (Metis Yayınları)
- Dilimiz, Dillerimiz / Uygulama Üzerine Yazılar (Metis Yayınları)
- Dil Meseleleri / Uygulama Üzerine Yazılar II (Metis Yayınları)
- Yaklaşma Çabası (Kanat Yayınları)
- Beklediler Gitmedik (Edebi Şeyler Yayıncılık)
Çevirileri
- Freud ve Felsefe (Paul Ricoeur), Metis Yay.
- Kültür ve Emperyalizm (Edward Said, Hil Yayınları)
- Tarihsel Kapitalizm (I. Wallerstein, Metis Yayınları)
- Aydın Kesimi Üstüne (Vladimir İ. Lenin, Başak Yayınları)
- Modernleşmenin Eşiğinde Osmanlı Kadınları (Madeline C. Zilfi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları)
- Şiddet ve Kutsal (Rene Girard, (Kanat Yayınları)- Freud ve Felsefe (Paul Ricoeur, Metis Yayınları)
- Bilge Sokrates'in Ölümü (Jean Paul Mongin, Metis Yayınları / Küçük Filozoflar Dizisi)
- Martin Heidegger'in Böceği (Jan Marchand, Metis Yayınları Küçük Filozoflar Dizisi)
- Diyojen Köpek Adam (Jan Marchand, Metis Yayınları Küçük Filozoflar Dizisi)
|