01 Şubat 2014

Yara bantları

Önemsenmeyen çiziklerin, ‘sıyrıkların, ucuz atlatılmış kazaların, minik kesiklerin üzerine konan yarabantları, aslında üst üste, yanyana, alt alta gelince bize başka bir şey söyler

 

Sabah tatlı bir acıyla uyandım; acıya tatlı derken, hemen bir SM formatı algılanmasın. Acının öyle bir eşiği var ki; insana yaşadığını (epistemolojik bir kaygıyla) ‘kendi içinden’ hatırlatıyor, insanı diri tutuyor. Dünden kalan bir hediye, sağ kolumda; yeni yapılmış dövmenin acısı -bile denmez, ince sızısı.

Leyla Gediz’in Yara Bantları (2007) serisinden; serinin diğer desenlerinden farklı olarak yalnız bir figür. Kompozisyonu o kadar ince çalışılmış ki; yara bantlarının yapıştırıldıktan sonra geçen zamanda bedenle bütünleşen, hatta (galiba yeniler öyle değil) hemen öyle kolay çıkmayan bir ‘bağlılığı’ olur –derinin yüzeyine. Bana bu bağlılığı hatırlatan bir pozu var leyla’nın deseninin. Sanki, deriye yapıştığı andan itibaren, hayati bir önemi olmayan, küçük bir yarayı kapatan rolünün farkında. Çekip çıkarılacağını biliyor. Onsuz da olunabileceğini bilerek. Öyle ince ince çizilmiş ki. Kim der, -bir yara bandı bizi bu kadar duygulandırabilir?

Leyla Gediz’in Yara Bantları serisi ve detay (2007)

Önemsenmeyen çiziklerin, sıyrıkların, ucuz atlatılmış kazaların, minik kesiklerin üzerine konan yara bantları, aslında üst üste, yanyana, alt alta gelince bize başka bir şey söyler. Leyla’nın bu deseni bana bir zamandır; Fransızlar’ın ‘mal de vivre’  dedikleri, yaşama hastalığından bahseden bir şarkıyı hatırlatır:

“Le mal de vivre

Le mal de vivre

Qu'il faut bien vivre

Vaille que vivre”[1]

Kendi içinde oksimoron (oxymoron: ‘köşeli daire’ gibi, tersten ilişkili) bir anlam kırılması içeren; kendi yaşama hastalığının yanına, ‘onun’ yaşamasını dileyen bir aşk hastasının sözleri.

Bu, asistanım Cosima Grosser'in çektiği bir fotoğraf. Künstlerhaus Stuttgart'ta geçen yıl başlayan ve dün gece sona eren ICH/I (Türkçesi: Ben) isimli performans serisinden; Mariechen Danz'ın Conor Gilligan ile iş birliği içinde gerçekleştirdiği Body/Book, yani Kitap/Beden isimli (konser-atölye-sanatçı sunumu arası melez bir formda ürettiği) sahneleme sırasında çekildi. Müzik yapmak, şarkı söylemek, dans etmek ve yemek pişirmek paylaşılan eylemler oldu; böylece, bedenin linguistik bir deneyim üzerinden iletişim, öğrenme ve katılma süreçlerini inceledik. Sürecin sonlarına doğru, Danz'ın işinde temel aldığı ve ses, görüntü olarak sürekli yeniden bakmayı/duymayı önerdiği harfler, Gilligan tarafından gönüllü izleyicilere dövme olarak kaydedildi. Benim de payıma bir "M A Y" düştü. Düştü düşmesine, ama asıl uzun süredir istediğim bir dövmeye de böylece kavuşmuş oldum. Gilligan, dövmelerimin hikayesini duyunca, duramadı. İzleyiciler gittikten sonra, kalan takımla beraber, Leyla Gediz'in desenini ve Künstlerhaus'ta yeni açılacak "Skeptical Thoughts on Love"ı (14.02.2014-30.03.2014) konuşarak, Yara Bandı'nı da 'dövdük'. Sağ koluma. (Bilenler için) Cevdet Erek'ten izinle, onun duvar çizim-yerleştirme (2011) işinden gelen "Nihayet" dövmeme yakın bir yere...     

...

2011 yılından beri Stuttgart’ta yaşıyorum. Bir sanat kurumunun penceresinden baktığım dünya, ben buraya ilk geldiğim zaman gözlerini Tahrir meydanından alamıyordu. Herkes Arap Baharı’ndan bahsediyordu.

Hatırlıyorum, bir sene sonra hepimiz sanal olarak Wall Street’teydik. Don DeLillo’nun bir kapitalizm postişi olarak, özellikle Cosmopolis’inde öngörerek soyutladığı ahir zaman tablolarından, filmle beraber her ne kadar -yen mi yuan mı sorusu fırlasa da, Orta Doğu şaşırttı. Sonrasında kanlı bir türbülansa girerek, bizi takip etmesi zor bir ‘göstergeye’ hapsetti. Hala içindeyiz ve ekrana bakıyoruz. Adeta yeniden pentürlenen bir Goya resmi. Zeitgeist’a dönersek... Wall Street’in sonu hızlı geldi. Benim de tesadüfen New York’ta olduğum bir gece, parkı nasıl yıkadıklarını unutmuyorum.

Geçen yılın defteri ise hala kapanmadı, üzerimizden travmasını atamadığımız, öğrenmelerimizin bir türlü bitmediği; sürekli üzerinde yeniden düşünülen bir kırılma anı olarak: Gezi... Dedik ya, bir sanat kurumunun penceresinden; yani sanatsal özgürlüğün, beden ve fikir hürriyetinin (en azından Almanya Anayasa’sında net bir şekilde geçen haliyle) hiçbir sınırının olmadığı bir kurumsal çerçeveden, geçen son üç yılın arkasından bakarak söyleyeceklerim, elbette siyasetle ilişkili olduğu kadar, bizim politikayı algılama, yorumlama ve toplumsal süreçlerine katılmamızla da ilişkili.

Zamanın ruhu kolektivite, dayanışma, sivilleşme ekseninde yeniden tanımlanan “Liberté, Egalité, Fraternité”yi karşımıza yine çıkardı; tarihsel bir ödevi önümüze bir kez daha koydu. Kendimiz, hayatımız ve ilişkilerimiz hakkında düşünmek için eleştirel bir eşik serdi. Geçen üç yılın arkasından bakınca, gözümün önünden kaynayan dünyadan ‘kendinle başbaşa kalma anı’ olarak, seçtiklerim geçiyor. En çok bu yara bandında kalıyorum. Başkalarıyla ilişkilenme hallerimiz. Aşk, sevgi, arkadaşlık; aile, sevgili, arkadaş, komşu; birlikte nasıl yaşadığımız, nasıl iletişim kurduğumuz, nasıl anlaştığımız; verdiğimiz sözler, toplumsal kontratlarımız, kalp nişanlarımız, gönül nikahlarımız, kırgınlıklarımız, küsmelerimiz, darılmalarımız.

http://www.youtube.com/watch?v=QOXj23x5EW8

 

Yazarın Diğer Yazıları

Rabbim herkesi Roman yaratsın

Ölümden sonrasına inanın ya da inanmayın. Ama Selim Sesler Araf’ta çalmaya devam edecek

Her şey gibi medyum (da) eskidiğinde ne olacak?

Misal Adnan Yıldız sergisinin açılışından hemen önce Erdağ Aksel ile söyleşti.

Küçük Prens: BERKİN

268 gündür komada eriyen Berkin Elvan’ın ölümü hayatımızın akışını bıçak gibi kesti.