İzmir'in Selçuk ilçesinde, barakadan bozma bir evde çıkan yangında en küçüğü 1, en büyüğü 5 yaşında olan Fadime Nefes, Funda Peri, Aslan Miraç, Masal Işık ve Aras Bulut adlı 5 kardeş hayatını kaybetti
Sorun, yirmi iki yaşıyla yirmi yedi yaşı arasında hiç ara vermeden art arda beş bebek doğuran, kocası hapiste olduğu için çocuklarına bir başına bakan, içinde yaşadığı ev denilen bir harabeden dışarı çıkmak zorunda kaldığında kilidi olmayan kapının kolunu çıkarıp yanına alan ve bir gün geri döndüğünde çocuklarının cesetlerini alevlerin içinden toplayan annenin hayat tarzı mı?
Yoksa bizim hayat tarzımız mı?
Mesela her gün sokaklarda dilendirilen çocukların yanından hızlı adımlarla geçip gitmek bir hayat tarzı sayılabilir mi?
Elinde bir paket kâğıt mendille paçamıza yapışan bir miniği nazikçe ve hüzünle de olsa elimizle itivermek?
Otoban kenarlarına çömelmiş küçücük kadınların kucaklarındaki bebeği bize göstere göstere mırıldandıkları seslere kulak tıkamak?
Islak taşların üzerine kuş gibi tünemiş çocukların gecenin o saatinde ayak altında ne işi olduğunu düşünmek yerine onlar için bir an üzülüp yolumuza devam etmek?
Tekerlekli hurda çuvallarının içindeki yığınların arasında uyuya kalmış bebekleri hiç yokmuş gibi arkalarına bakmadan başlarını çöp bidonlarına daldıran ve çıplak elleriyle o bulamacın içinden çıkardıkları atıkları çuvala, bebeklerin yanına fırlatan kadınların aslında kim olduklarını hiç umursamamak?
Çocuklarla ilgili katı yasaların uygulanmamasını hoş görmek?
Polisinden valisine tüm resmi yetkililerin sokak çocuklarının yanından yürüyüp geçtiği bir hayatı kanıksamak?
Onların bu tavrından kendimize bahaneler üretip, yoksulluk ve cahillik çukurunda başına bin türlü şey gelen çocukları korumak için elimizden hiçbir şey gelemeyeceğine ikna olmak?
Bunlar bir hayat tarzı olarak iliştirilebilir mi yakamıza?
Bizim ülkeyi yönetenleri seçme kriterlerimiz, hukuksuzluklara karşı çıkarmadığımız seslerimiz, yolsuzluklara katlanma derecemiz ve kadercilik geleneğimiz yüzünden beş küçük çocuk daha feci bir şekilde veda etti hayata.
Bugün istediğimiz kadar sosyal devletin yokluğundan bahsedelim, politikacıların densizliklerine sövüp sayalım, ülkeyi soyup duranlara lanetler yağdıralım, yoksulluğun trajedisine ağıtlar yakalım, hiçbirinin anlamı yok.
İster solcu ister sağcı olalım ister bir inançlı gibi ister inançsız gibi yaşayalım, gerçek değişmiyor, birbirimizin gözünün içine baka baka yalan söylüyoruz, çocuklar asla bizim önceliğimiz değil.
O yüzden üzerinde itişe kakışa yükselmeye çalıştığımız şu kirli ve lekeli zemine her gün yeni çocuk cesetleri gömüyoruz ve bu rezil düzeni değil kendimiz için, onlar için bile zerre kadar değiştirmiyoruz.
Ancak savaşlarda öldürüldüklerinde ya da cinsel tacize uğradıklarında bir an korumaya yüreklendiğimiz -ama o zaman da laftan öteye gidemediğimiz- çocukların hayatlarını gerçekten önemsiyor olsaydık, gözümüzün önünde tek bir çocuğun kılına zarar geldiğinde bu düzeni kötülerin başına yıkardık.
İktidarların sınırları korumak, paraları korumak, güvenliği korumak, inançları korumak, gelenekleri korumak, devletleri korumak ve gücü korumak için verdiği çabanın zerresini çocukları korumak için vermiyor olması aslen umurumuzda değil.
Soyut kavramların üzerine inşa edilen bir değerler silsilesinin altında kalan ahlakımız, bizi somut sorunlar karşısında çaresiz olduğumuza ikna ederken, gücünü bu umursamazlığımızdan alıyor.
Bir çocuk daha yoksulluk yüzünden ölmesin, bir çocuk daha aile denilen o kutsal karanlığın içinde zarar görmesin diye densiz beyanlara söylenmekten öte hiçbir şey yapmayacağız yine.
Mesela ilkokuldan itibaren müfredata zorunlu cinsel bilgiler dersi koyulması için Milli Eğitim’i hedef alıp sokaklara çıkmayacağız.
Camilerde kadınlara ve erkeklere istenmeyen gebelikten korunmanın yollarından bahseden vaazlar verilmesi için Diyanet’in kapısına dayanmayacağız.
Yasal olduğu halde asla kürtaj yapmadığını bildiğimiz devlet hastanelerinin görevlerini doğru yapmaları için Sağlık Bakanlığı’na baskı yapmayacağız.
Sokağa düşmüş, düşürülmüş bir çocuk gördüğümüzde kıyameti koparacak kadar zıvanadan çıkmayacağız.
Sadece yirmi iki yaşından itibaren hiç ara vermeden art arda beş çocuk doğuran…
O çocuklara Bulut, Masal, Aslan, Peri ve Nefes gibi muhteşem adlar koyan…
Ve çocuklarının ölüsünü alevlerin arasından toplayan yoksul bir kadının hayat tarzına laf uzatan densiz bir politikacıya laf yetiştirmekle yetineceğiz.
Yine.
Ve bir sonraki seçimde onun yerine bir benzerine oy vereceğiz.
Yine.
İşte bu da bizim korkunç hayat tarzımız.
Mine Söğüt kimdir?
Gazeteci ve yazar Mine Söğüt, 1968 yılında İstanbul'da doğdu. 1985 yılında Kadıköy Kız Lisesi'nden mezun oldu ve aynı yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Latin Dili ve Edebiyatı bölümüne girdi. Lisans eğitimini 1989 yılında tamamladı ve aynı bölümde yüksek lisansa devam etti.
Gazeteciliğe 1990 yılında Güneş gazetesinde başladı. Daha sonra Tempo dergisi ve Yeni Yüzyıl gazetesine çalıştı. Haberci adlı televizyon belgeselinin metin yazarlığını yaptı.
Çeşitli dergi ve gazetelerde yazı ve röportajları yayınlandı. 2013- 2021 yılları arasında Cumhuriyet gazetesinde köşe yazdı.
Yayımlanmış yapıtları
- Adalet Cimcoz, Bir Yaşamöyküsü Denemesi (Biyografi - YKY 2000) - Beş Sevim Apartmanı (Roman - YKY 2003) - Sevgili Doğan Kardeş (Araştırma - YKY 3003) - Kırmızı Zaman (Roman- YKY 2004) - Aşkın Sonu Cinayettir - Pınar Kür'le Hayat ve Edebiyat (Söyleşi - Everest Yayınları 2006) - Şahbaz'ın Harikulade Yılı 1979 (Roman - YKY 2007) - Dolapdere, Kürt Kediler Çingene Kelebekler (Deneme - Heyemola Yayınları 2009) - Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey (Roman – YKY 2010) - Deli Kadın Hikayeleri (Hikâye – YKY 2011) - Darbeli Kalemler (Derleme – Getto 2011) - Gergedan, Büyük Küfür Kitabı (Hikâye- YKY 2019) - Alayına İsyan (Deneme - Can Yayınları 2020) - Başkalarının Tanrısı (Roman – Can Yayınları 2022)
|