17 Nisan 2025

DEV-GENZ ve cüce iktidar

Eğer bir umuda ihtiyacımız varsa, o umut; mevcut tüm iktidar modellerinin, “DEV-GENZ” diye şakacı pankartlar açan ama belli ki aslında hiç de şaka yapmayan Z kuşağı karşısında hızla cüceleşmesindedir

90’lı yıllarda adı Babiali’den İkitelli medyasına evrilen gazete ve dergiler artık dünyanın değiştiğini, yaşlı liderle yaşlı yöneticilerin koltuklarını gençlere devretme zamanı geldiğini haykıran haberler yapıyorlardı.

Gündemin odağı, 80 öncesi sağ sol çatışmalarıyla ortalığı yangın yerine çeviren sokak terörüne kurban verilmiş bir nesilden sanki özür dilercesine gençliğe çevriliyor ve yaşlılara “Bırakın koltuklarınızı artık dünyayı gençler yönetsin” deniliyordu.

Sadece siyasetçiler değil, yaşlı şirket yöneticileri de artık yönetimden ellerini çekmeli, yerlerini 30 yaş civarındaki gençlere terk etmeliydiler. Hatta gazeteciler bile şöyle bir silkelenmeliydiler. O yıllarda Hürriyet Gazetesi’nin bünyesinde yayınlanan Tempo Dergisi’nde “Türkiye’nin Dinazorları” diye uzun bir liste çıkarılmıştı. Bu listeye o coşkuyla Hürriyet’in en kıymetli gazetecilerinden biri olan Uğur Dündar’ın adı da konulunca haberin editörü olan İsmet Berkan’ın başı fena ağırmıştı.

O zaman medyada esen bu rüzgârlara kanarsanız ülkenin gençliğe çok ama çok büyük bir değer yüklediğini zannedebilirdiniz. Yüzyılın ilk yarısında savaşlarda ölen, 60’larda belki biraz nefes alabilen ama 70 itibariyle hayatı yine cehenneme dönen ve 80 sonrası geleceği yeniden ve bambaşka bir yerden inşa edilmek istenen gençlik, Sovyetlerin dağıldığı, Berlin duvarının yıkıldığı, Rusya ile Amerika arasındaki gerilimin şekil değiştirdiği 90’larda artık üzerine yapışmak üzere olan yeni ve tehlikeli etiketin hedefindeydi.

Bütün iktidar gerçekten gençlere verilmekte ve para kazanma ve tüketim hevesi ile eğitilmiş olan yeni bir nesil güle oynaya tahta geçirilmekteydi.

İşte bugünkü Türkiye’yi o nesil inşa etti.

Onların medya ile yönlendirilen öncelikleri, kaygıları/kaygısızlıklar, değerleri ve hayalleri bugünkü iktidarın önünü açtı. 2000’lere gelindiğinde tüm dünyada olduğu gibi bu ülkede de artık genç, yaşlı herkes aynı eksende yaşıyordu.

O eksende;

Savaşları ekranlardan canlı canlı izlemek normaldi.

İki ile beş yıl arasında eskime garantisiyle satılan “dayanıklı” ürünleri tüketmek normaldi.

Sağlıksız ama çok eğlenceli bir beslenme alışkanlığına sahip olmak normaldi.

Doğanın canına okuyan endüstri çılgınlığına katlanmak normaldi.  

Toplumda fırsat eşitsizlikleri olması normaldi.

Eğitim ve sağlığın paralı olması normaldi.

Sokaklarda evsiz insanların sayılarının çoğalması normaldi.

Propagandalarını reklamcıların marifetleriyle yapan politikacılara güvenmek normaldi.

Yöneticiler için “Çalıyorlar ama çalışıyorlar” demek normaldi.

Dinin politikaya alet edilmesi normaldi.

Muhafazakarlaşmak normaldi.

Medya tarafından pompalanan ve yükseldiği varsayılan değerlerin peşinde sadece kendi işine bakarak ve tüketici kimliğine sarılarak dijital ekranlara sabitlenmiş pasif bir varoluşun rehavetine bürünmek normaldi.

Böyle bir ortamda iktidarların diktatörleşmesi de haliyle normalleşti.

Bugün o diktatörlük kendi anti maddesini oluşturuyor.

Sadece tüketici olarak yetiştirilmeye, ekran kuşağı olarak tanımlanıp apolitiklikle damgalanıp işlevsizleştirilmeye, bir tehdit ikliminde geleceğiyle ilgili hayaller kurmaktan menedilmeye, sistemin çarklarında öğütülmeye başkaldıran gençler kabuklarından çıkıyor ve o kabuğu beğenmiyorlar.

Bir zamanlar “Bütün iktidar gençlere!” kandırmacasıyla yeni ve korkunç bir dünya düzenini pazarlayan zihniyet, aniden ekrandan başını kaldırıp sokağa bakan ve gördükleri karşısında iktidara hesaplanmamış bir yerden talip olan bir gençliğin öfkesiyle tanışıyor. Haksızlığa uğrayan öğretmenleriyle birlikte kendi hayatlarına da sahip çıkan küçücük çocukların dev gibi eylemlerine tosluyor.

Bu kaos ortamında eğer bir umuda ihtiyacımız varsa, o umut;

Bugün iktidarda olanlarla gençlik arasındaki yaş farkının aslında 50 değil 500 olmasındadır.

Eski nesillere hiç benzemeyen ve onlarla bir bağ kurmayı reddeden yeni nesillerin geleneksel politikalardan el almayıp kendi bağımsız tepkilerini oluşturma olasılığındadır.

Ve mevcut tüm iktidar modellerinin, “DEV-GENZ” diye şakacı pankartlar açan ama belli ki aslında hiç de şaka yapmayan Z kuşağıyla, ardından yaldır yaldır gelen Alfa çocuklarının öfkesi karşısında hızla cüceleşmesindedir.

Mine Söğüt kimdir?

Gazeteci ve yazar Mine Söğüt, 1968 yılında İstanbul'da doğdu. 1985 yılında Kadıköy Kız Lisesi'nden mezun oldu ve aynı yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Latin Dili ve Edebiyatı bölümüne girdi. Lisans eğitimini 1989 yılında tamamladı ve aynı bölümde yüksek lisansa devam etti.

Gazeteciliğe 1990 yılında Güneş gazetesinde başladı. Daha sonra Tempo dergisi ve Yeni Yüzyıl gazetesine çalıştı. Haberci adlı televizyon belgeselinin metin yazarlığını yaptı.

Çeşitli dergi ve gazetelerde yazı ve röportajları yayınlandı. 2013- 2021 yılları arasında Cumhuriyet gazetesinde köşe yazdı.

Yayımlanmış yapıtları

- Adalet Cimcoz, Bir Yaşamöyküsü Denemesi (Biyografi - YKY 2000)
- Beş Sevim Apartmanı (Roman - YKY 2003)
- Sevgili Doğan Kardeş (Araştırma - YKY 3003)
- Kırmızı Zaman (Roman- YKY 2004)
- Aşkın Sonu Cinayettir - Pınar Kür'le Hayat ve Edebiyat (Söyleşi - Everest Yayınları 2006)
- Şahbaz'ın Harikulade Yılı 1979 (Roman - YKY 2007)
- Dolapdere, Kürt Kediler Çingene Kelebekler (Deneme - Heyemola Yayınları 2009)
- Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey (Roman – YKY 2010)
- Deli Kadın Hikayeleri (Hikâye – YKY 2011)
- Darbeli Kalemler (Derleme – Getto 2011)
- Gergedan, Büyük Küfür Kitabı (Hikâye- YKY 2019)
- Alayına İsyan (Deneme - Can Yayınları 2020)
- Başkalarının Tanrısı (Roman – Can Yayınları 2022)

 

Yazarın Diğer Yazıları

Seyirlik savaşlar ve cansız bedenlerden canlı yayınlar

Herkesin elinde henüz küçük ekranların olmadığı, savaşın evlerdeki, kahvelerdeki televizyonlara kilitlenerek izlendiği o günlerden bu günlere kadar geçen 36 yıl içinde siz de savaşları canlı olarak seyretmeye, ayağından iplere bağlanarak yerlerde sürüklenen liderlerin linç görüntülerine bire bir tanıklık etmeye, kucağındaki bebek ölüsünü kameralara sallayarak çığlıklar atan insanların cinnetini evinin içinde, hayatının merkezinde, sıradan bir görüntü gibi neredeyse her gün görmeye çoktan alıştınız

Susanla susmayan hiç bir olur mu?

Yasaklar ve sansürler aslında iyidir; iyi olmayan, aksine tehlike kusan tek şey otosansürdür. Otosansür kötülüğün kayda geçmesini engeller. Korkudan susan, sesini çıkarmayan insanlar tehlikeli iktidarların aslen kirli olan sicillerini temiz tutmalarına yarar

Bilmek ve anlamak arasındaki fark

Sokakların gücünden, muhalefetin enerjisinden ve güzel günler göreceğimizden emin olamaktan vazgeçelim...

"
"