04 Eylül 2015

Milliyetçi laikler ve otoriter İslamcılar

Siyam ikizlerinin hazin ortak sonları...

Hatırlayacaksınız, bu ülkede 1990’lardan 2000’li yılların başlarına kadar belirli bir köktenci laik ruh hali müthiş bir ivme kazanmıştı. 1920’ler döneminin cumhuriyetçi elitinin vakur ve özgüvenli hali ve psikolojisi, 1990’ların laikçileri arasında yerini İslami ve dinsel addedilen şeylere karşı irrasyonel bir korkuya ve fobiye bırakmıştı. 1920’lerin elit laikçi gruplarının rasyonel, sakin, soğukkanlı ve kendinden emin hali günümüz laikçileri arasında paranoyak milliyetçilik olarak betimleyebileceğimiz bir ruh haline dönüşmüştü.

Laikçi kesim, 1990ların ortasında özellikle yerel seçimlerde İslami bir partinin elde ettiği büyük zafer sonrasında, siyasal ve kamusal alanın dinin işgali altında olduğu fikrine karşı büyük  bir panik, tehlike ve kaygı hali geliştirmişti. Bu dönemde ana akım ve popüler medya ve çeşitli laikçi elit çevreler İslamileşme tehdidi karşısında dehşete düşmüş ve soğukkanlı ve güvenli edalarını kaybetmişlerdi. Bu paranoyak hal, kendini tehdit altında hissetmenin sonucu olarak, beraberinde yoğun bir endişe halini de getirmiş, ulusal aidiyet alanı üzerinde bir tür sembolik şiddet uygulanmasına yol açmış ve böylece farklı kimlikleri ve başka olanakları yok etmeye çalışmıştı. Bu tür bir paranoyak milliyetçi tahayyül, ötekileştirilen gruplarla ilişki imkanını kaldırmış, onların, kamusal alandaki varlığının reddi ve inkarı anlamına gelmişti.

Bu paranoyak milliyetçi tahayyül Türkiye’nin laik mirasının ve ilkelerinin savunuluşunda yeni ifade biçimleri ortaya çıkartmıştı. Laiklikle kurulan bu histerik ilişki, çeşitli törensel pratikler ve semboller aracılığıyla yaygınlaşmıştı. Her bir bahanede gerçekleşen Anıtkabir ziyaretleri, Türk bayrağının ve Atatürk imgelerinin aşırı kullanımı ve hemen her vesileyle “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganın atılması gibi örneklerde ifade bulan bu paranoyak ama bir o kadar da zayıf, biçare ve kendine güvensiz milliyetçilik dalgası 90’lı ve erken 2000’li yıllara damgasını vurmuştu.

Birçoğumuzun ama özellikle “yetmez ama evetçi” grubun tespit ettiği gibi bu süreç laiklik ilkelerinin kutsallaştırılması ve aşkınsallaştırılması olarak eleştirilmişti. Laiklik ilkelerini kutsallaştıran ve aslında bu nedenle de hiç de laikleşmemiş olan bu yapılanma oluşturmuştur bu paranoyak milliyetçi tepkiyi. Bu laikçi tepki, aslında siyaset alanını laikleştirmek şöyle dursun, yarattığı milliyetçi ve paranoyak histeri sayesinde laikçi elitin ulusal aidiyetini neredeyse dinsel bir bağlanmaya dönüştürmüştü.

Oysa günümüzde yaşananlar laikçilerle ve İslamcılar arasındaki ayrım ve karşıtlığın yalnızca görünürdeki bir karşıtlık olduğunu göstermekte bize. Laikçi söyleme daha yakından bakarsak, aslında onun dinsel bir dille ve davranış tarzıyla damgalandığını görürüz. Laikçiler yetersiz bir laikleşmeden muzdariptir ve laikçiliğin güncel sahnelenişi laikliğin kutsallaştırılmasını beraberinde getirmiştir. Bu nedenle, ironik bir biçimde, laikçi söylem dinle olan savaşında kutsallık dilini kullanmıştır. Öte yandan, tarihsel olarak hakim olan laikçi elit gruplarda vücut bulan söylem ve simgesel dünya da otoriterdir. İslamcı siyaset de, kendisinden meşru bir varlığı esirgeyen seçkinci laikçi sistemden otoriter bir yönetim anlayışını miras aldı. Dolayısıyla, Türkiye vakasında bu ikisi arasında varsayılan kategorik ve muntazam fark aslında hiç de öyle sanıldığı kadar büyük bir fark değildir.

 

Tükenen İslamcı otoriterler

 

Laikçi elitler tarafından bunca yıl dışlanmış olan ve askeri otoritenin her daim sopasının altında dayak yiyen ve ezilen İslamcı siyaset ise, iktidarı ele geçirdiği 2000’li yıllardan bu yana büyük değişimlere imza atmış ve daha fazlasına da atmaya aday görülmekteydi. Bu değişimlerin en belli başlı olanı askerin siyasete müdahalesinin bunca zamandır edindiği meşruiyetini sorgulatmak ve bu alanı eleştiri ve tartışmaya açmak olmuştur. Köktenci laikçilik anlayışının da gittikçe zemin kaybetmesi, bir ölçüde kendi yarattığı paranoyak ve histerik ortamından, bir ölçüde de İslamcı siyasetin köktenci laikçiliği sorgulaması sayesinde olmuştur. Daha demokratik bir laiklik anlayışının yeşermesine vesile olan İslamcı siyaset farklı grupların birbirlerinin farklılıklarını ortadan kaldırmadan bir arada yaşama gayretinin dile gelmesine aracı olmuştur. Çeşitli etnik ve kültür gruplarına yapılan yarı göstermelik, yarı gerçek “açılımlar” ise belli bir tür liberal çok-kültürcü (dışlama ve öldürmeye dayalı otoriter faşizmden iyi olduğu kesin olan) yaklaşımın yeşereceğinin habercisi gibi durmuştu. Bu liberal çok-kültürcü yaklaşımın en güçlü ifade bulduğu konu ise elbette Kürt açılımı ve onu takip eden barış süreci olmuştu. Savaşın bitimi veya barış girişimi, her ne kadar ne olduğu somut olarak anlaşılamamış olsa da, umut ve iyimserlik havası oluşturmuştu İslamcı siyasete karşı.

Ancak demokratik gelenekten yoksun bir ülkenin mirasçısı olan İslamcı siyaset, aynı tepki olarak kendisine karşı büyüyüp geliştiği köktenci laikçi siyasetin de yapmış olduğu gibi, iktidarının devamına ilk algıladığı tehdit olan Gezi protestoları karşısında ilk duygusal yenilgisini yaşamış ve aynen köktenci laikçilerin özgüvenli ve dirayetli duruşlarının çok kısa bir süre içinde dağılıp erimesine benzer bir süreç içine girmiş ve bunun sonucunda  akl-ı selim halini, soğukkanlılığını ve telaşsız halini yitirmiş ve tamamen histerik ve paranoyak bir tepki geliştirmiştir. Bunu izleyen 17-25 Aralık olayları bu paranoyak ve güvensizleşmeyle gelişen tepkinin çok daha fazla güçlenmesine vesile olmuş ve nihayet 7 Haziran seçimlerinde alınan önemli yenilgi İslamcı siyasetin ilk güçlendiği yıllarda kendisi için benimsediği veya benimsemeye özendiği demokratik ilkeleri tamamen rafa kaldırmasına sebep olmuştur. Aynı laikçi kesimin, İslami siyasetin elde ettiği büyük zafer sonrasında, siyasal ve kamusal alanın dinin işgali altında olduğu fikrine karşı bir panik, tehlike ve kaygı hali geliştirdiği gibi, bugün de İslamcı siyaset HDP’de dillenen demokratik siyaset karşısında panik, tehdit ve kaygı hali yaşamakta ve özgüveni dağılıp, kendisini tüketmektedir. Aynı laikçilerin yaşadığı paranoyak hal gibi, İslamcı siyaset de varlığının devamını tehdit altında hissetmesinin (cemaat, faiz lobisi, çapulcular vs) sonucu olarak yoğun bir “endişe” yaşamakta ve bu nedenle ulusal aidiyet alanı üzerinde hem sembolik hem de gerçek şiddet uygulamalarını çoğaltarak demokratik olanakları ve aidiyet biçimlerini yok etmeye çalışmakta. Nasıl paranoyak milliyetçi laikçi tahayyül İslami gruplarla ilişki olanağını ortadan kaldırmışsa, İslamcı siyasetin paranoyak tahayyülleri de öteki grupların (en başta Kürtlerin) bu ulusa olan aidiyetlerinin ve varlıklarının red ve inkarını ve böylece gittikçe otoriter bir yapılanmayı beraberinde getirmekte.

İslamcı siyasete karşı geliştirilen en önemli eleştiri Gezi protestosu ve daha sonra HDP’de dile gelen siyaset olmuştur. Gezi’de dilen gelen siyaset ile HDP’nin izlediği siyaset birbirlerinin fotokopisi gibi algılanamaz elbette. Ama her ikisine de ortak olan çok güçlü bir söylem ve siyaset vardır. Kendilerinkinden farklı olan yaşam tarzlarına, inançlara, siyasi pozisyonlara ve kimliklere demokratik bir hassasiyet geliştiren söylemler ve siyasetlerdir bunlar. İslamcılık ve laiklik arasında kurulan karşıtlıkçı ve dışlayıcı politikaları yeniden üretmek yerine, biraradalığı vurgulayan demokratik bir karşı-siyaset geliştirme çabasıdır bu.

Kendimizi dar anlamda, yani 1 Kasım’da yapılacak seçimlerde elde edilecek sonuca sıkıştırmadan siyaseti düşünürsek, yani şu anda sergilenen çeşitli Bizans ve saray oyunlarına ve taktiklerine siyasetin alanıymış gibi yaklaşmazsak ve bu dar alana hapsetmeden daha geniş bir siyaset alanı tanımıyla yaşamakta olduğumuz sürece bakacak olursak, bugün geldiğimiz noktada İslamcı siyasetin kendisini tükettiğini, aynı kendisinden önce özgüveni ve sükunetli duruşunu kaybetmiş laikçiler gibi şarkılarının son mısralarını söylediklerini görebiliriz. Nuray Mert’in 31 Ağustos tarihli Cumhuriyet gazetesi köşe yazısında söylediği gibi bu iktidar “tüm hikayesini tüketti.” Çok karamsar ve kötü günlerden geçtiğimiz tartışma götürmez. Ama bu sadece son satırlar. Ancak yeni hikayelerin yazımı asla bitmez. Yeni ve güzel hikayeleri pek yakında yazmaya koyulmaktan başka çaremiz yok.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Türk yasalarının korumadığı Eltürk, ya da ırkçı cinsel şiddet

Kürt bir kadın üzerinde uygulanan bu cinsel ve ırkçı şiddetin kanıtlamaya çalıştığı tek bir şey vardır: Beyaz Türk erkek patriarkal gücü

İstisnai hal ve biraderlik siyaseti: Jacques Derrida, Erdoğan ve Gülen’e bakarsa ne görür?

Fethullah Gülen, Recep Tayyip Erdoğan için, "çevresinde zannediyorum meseleleri farklı intikal ettiriyorlar… Bir yönüyle, böyle rahatsız edici şeylere sevk ediyorlar sanıyorum arkadaşı" demiş BBC’ye verdiği röportajda.

Batsın sizin bu demokrasi anlayışınız!

Yazıya başlık olarak seçtiğim ifadenin gönderme yaptığı şeyin Hasan Cemal’e ithafen söylenen söz olduğunu farketmişsinizdir

"
"