Fethullah Gülen, Recep Tayyip Erdoğan için, "çevresinde zannediyorum meseleleri farklı intikal ettiriyorlar… Bir yönüyle, böyle rahatsız edici şeylere sevk ediyorlar sanıyorum arkadaşı" demiş BBC’ye verdiği röportajda.
Elbette bu röportajda incelenecek pek çok şey var. Ama benim ilgimi, Gülen’in Erdoğan’dan söz ederken “arkadaş” terimini kullanması çekti. Mülakatın ima ettiği ama bugün bozulmuş haliyle önümüze serilmiş olan dostuk ve biraderlik siyasetinin özelliklerini, bu dostluğun bozulmasının akabinde hukukun askıya alınmasını ve yaratılan istisnai hali hükümranlık ve demokrasi açısından inceleyelim.
Fransız felsefeci Jacques Derrida, yasanın kökeninde yasal olmayan bir şeyin yattığını, bu yasal olmayan şeyin de şiddet olduğunu söyler. Yasaya öncel olan bu şey, inkar edilmiş olan bir suç veya şiddet eylemidir ve bu nedenle de yasanın kökeninde saklı kalan bir şiddet veya suç vardır. Zaman zaman bu şiddet, yasanın askıya alınmasıyla kendini ortaya koyar. Bugün Türkiye’de yaşamakta olduğumuz durum bu şiddeti ortaya çıkarmış vaziyette.
Derrida Politics of Friendship (Dostluk Siyaseti) başlıklı kitabında dostluk ilişkisi ile hakim siyaset biçimi arasında analoji kurar. Dostluk ilişkisinin özelliklerini erkek kardeşler arası bir ilişkiye benzeştirerek açıklar. Derrida’ya göre erkek kardeşler arasındaki biraderlik ilişkisi siyasetin düzenleniş ve yapılanma biçimini de açıklar niteliktedir. Biraderlik ilişkisi, herşeyen önce ailevi, kardeşce ve erkek merkezlidir. Hakim siyaset biçimi bu kanonik dostluk biçimi olan biraderlik modeline dayalıdır.
Siyaset, özellikle de cumhuriyetçi demokrasi hemcins ve türdeşlerin arasında gerçekleşmektedir. Bu modelde, dostluk erkekler arası bir ilişkiye gönderme yapar. Burada biraderler arasında imzalanan bir kontrat söz konusudur. Bu kontrata göre kardeşlerden biri erk sahibi olacak, diğeri ise onun halefi ve takipçisi olacaktır. Bu kontratın önemli noktası biraderlerin siyasi olarak mutabakat halinde olacaklarına ilişkin antlaşma yapmış olmalarıdır. Bu antlaşma herşeyden önce kadının bu antlaşmanın alanından ihraç edilmesi üzerine temellenmiştir. Kadının siyasetin alanından dışlanması demek ise, kadın ve erkek arasında, ve daha önemlisi kadınlar arasında bir dostluk imkanının ortadan kaldırılmasıdır. Yıllardır siyasetin erkeksiliği olarak yazageldiğmiz durum işte budur. O halde, biraderliğe dayalı siyasetin hüküm sürdüğü yerde ilk ve en temel kural kadınlar ve kadınlığın kanonik siyasetin alanından dışlanmasıdır.
Bu dostluk siyaseti erkeği ve erkekliği merkeze koyan bir modeldir. Biraderler ve biraderlik ilişkisi siyasetin üzerinde şekillendiği temel model olunca, bir kadının kadın olarak kanonik siyasetin alanında yer almasına imkan yoktur (gerek AKP gerekse Gülen cemaati destekçisi kadınlarımızın oturup iki kere düşünmelerinde fayda var). Erkek kardeşlik kurumu aynı soydan gelme prensibine dayanır ama her aynı soydan gelen arasında dostluk ilişkisi olamaz. Sadece erkek kardeşler arasındaki soydaşlık dostluğa dayalı siyasete imkan verir. Bir kız ve erkek kardeş arasında, veya iki kız kardeş arasında aynı soydan gelseler bile dostluk ve dolayısıyla dostluğa dayalı siyaset mümkün değildir. Kadınlık, biraderliğe dayanan siyasetin alanının dışında kalmalıdır.
Derrida’ya göre biraderlik, soydaşlık siyasetinin, ulus-devletin ve hükümranlığın tanımının temelinde yer alır, çünkü hepsi de bu erkek merkezli biraderlik bağına dayalıdır. Elbette siyaset arenasında biraderlik biyolojik, ulusal ve diğer ampirik bir takım göstergelerin ötesindedir. Dostluk ve biraderlik sembolik, konvansiyonel ve belirli sözleşme yollarıyla belli bir tür siyaseti şekillendirir. Bu siyaset biçimi biraderlik ilişkilerini doğal veya gerçek sembolik bir biraderlik ilişkisi üzerinde modellendirir.
O halde siyaset, birbirleriyle benzeş mentalitede olan erkek vatandaşların birbirlerine dostluk bağıyla bağlı oldukları, ortak çıkarları üzerinde hemfikir oldukları, benzer siyasaları güttükleri ve benzer çözümleri hayata geçirdikleri bir alandır. Aynı anda hem siyasi, hem bireysel, hem de kamusal olan bu dostluğun bize gösterdiği en önemli hususlardan birisi, siyasetin partnerleri arasındaki ilişkinin hukukun dolayımından geçtiğidir, çünkü siyaset herşeyden önce birbirleriyle hemfikir ve uyum içinde olan dostların hukuka karşılıklı saygı göstermelerini zorunlu kılar.
Ancak, dostluk ve biraderlik aynı zamanda riskler de taşır ve bu nedenle biraderlik ilişkisinin görünürdeki güvenli ve komforlu ortamında aslında potansiyel olarak bir kırılganlık mevcuttur. Soydaşlık ve türdeşliğe dayalı bu dostluk ve aynılık diğer biraderin ötekinden farkı nedeniyle her zaman sarsılmaya veya yıkılmaya potansiyel olarak açıktır. Siyasi alan işte böyle bir tehdite ve kırılganlığa açıktır. O halde, biraderler dost olabildiği gibi biraderleşme sürecinin bir noktasında birbirlerinin düşmanına da dönüşebilirler. Buna neden olan şey biraderlerin kaçınılmaz olarak birbirlerinden farklı olmasıdır. Biraderlik kurumunun kırılganlığı bu fark nedeniyle her daim akılda tutulmalıdır. Bozulan dostluk ise ortaklaşa karar kılınan yasaya karşılıklı saygı göstermenin de bozulmasını ve hatta yasaların hükümsüzlüğünün ilanını da beraberinde getirir. İşte 17 Aralık sonrası yaşanan hukukun askıya alınmasını ve istisnai halin oluşmasını açıklayan durumu anlamamıza Derrida’nın kuramsal çerçevesi böyle yardımcı oluyor.
Günümüz İtalyan felsefecilerinden Giorgio Agamben ise (o da bu fikri klasik siyaset felsefecisi Carl Schmitt’den alıyor ve günümüze uyarlıyor), hukukun askıya alınmasını ve bunun sonucunda yaratılan “istisnai hal”i inceler. Türkiye’de 17 Aralık sonrası yaşadığımız hukukun askıya alınması sürecine Agamben’in geliştirdiği çerçeveden bakalım.
Yasa ve yasasızlık arasında kurulan paradoksal ilişkiyi açıklayacak şey hükümranlıktır. Hükümran, sivil özgürlüklere, insan haklarına, hukukun üstünlüğüne dayalı tüm normları askıya alarak “istisnai durum” ilan edebilme kapasitesine sahip olandır. Başka türlü söylersek, hükümran, hukukun kendisine “istisnai durum” ilan edebilme, yani hukuku askıya alarak aynı anda hem hukukun içinde hem de dışında yer alabilme imkanını verdiği kişidir. Özellikle 11 Eylül vakası sonrasında, istisnai hal ilan etme yoluyla siyaset yapma ve toplumsal yönetim günümüz küresel siyasetinin olduğu kadar Türkiye’nin de hakim paradigması haline gelmiş durumdadır (“teröre karşı savaş” söylemi ile askıya alınan onca hakları ve insan hakları ihlallerini düşünün). Bunun için sadece 17 Aralık sonrası Türkiye’de olup bitenlere değil, 11 Eylül’de olanlar sonrasında ABD’de ve Avrupa’nın bazı ülkelerinde hayata geçirilen yeni düzenlemelerle sivil hakları askıya alan ve insan hakları ihlallerine yol açan yeni yasal düzenlemelere de bakmak yerinde olacaktır (ABD’de Patriotic Act, Guantanomo hapishanesindeki uygulamalar vs).
İstisnai hal ilan etme, istisnai bir durum olmaktan çıkıp, liberal demokrasilerde kural haline geldiğinde, artık savaş ve şiddet söylemi tüm toplumsallığın temelini oluşturur hale gelir. Bu durumda artık hükümranlık şiddetkar hakimiyet yönetim biçimini, hukuk sistemi de sistemleştirilmiş ve düzenlilik kazanmış bir şiddetkarlık halini alır.
Hakim siyaset biraderlerin dostluğuna dayalı cemaat anlayışı olduğu sürece, sivil hakların ve özgürlüklerin yasalarla korunması her zaman bugün tanık olduğumuz kırılganlığa açık olacaktır. Burada altını çizmemiz gereken önemli husus, cemaat ilişkilerine dayalı siyasetin sadece Gülen grubuna has bir durum olmadığıdır. AKP ve Gülen grupları arasında kurulmuş olan ittifakın niteliğinin de cemaat ve biraderlik bağlarına dayalı olarak şekillenmiş olduğunun altını çizmeliyiz. Siyasetin temelini biraderlik bağları oluşturduğu sürece, yani kurumsallaşmaya dayalı demokratik oluşumlar hayata geçirilemediği sürece, her daim hukukun askıya alınma riski ile karşı karşıya kalacağız. Biraderliğe bağlı cemaat ilişkilerinin kurduğu siyaset her zaman belirli grupları dışlamaya yönelik olacağından, bu dışlama hukukun üstünlüğüne dayalı adaleti, eşitlik taleplerini ve özgürlükleri her daim hükümranın istisnai hal ilan etme riski altında kırılgan kılacaktır. Biraderliğe dayalı siyaset antlaşmasının bozulmasının maliyetinin sadece antlaşma içindeki biraderler için değil, bu alandan dışlananlar olarak bizler için de yüksek olduğu düşünüldüğünde demokratik kurumsallaşma için bugün her zamankinden daha fazla mücadele etmemiz gerektiği ortada.