06 Ekim 2013

Batsın sizin bu demokrasi anlayışınız!

Yazıya başlık olarak seçtiğim ifadenin gönderme yaptığı şeyin Hasan Cemal’e ithafen söylenen söz olduğunu farketmişsinizdir

 

Yazıya başlık olarak seçtiğim ifadenin gönderme yaptığı şeyin Hasan Cemal’e ithafen söylenen söz olduğunu farketmişsinizdir. Ancak belki tahmin edemediğiniz şey benim bu ifadeyi basitçe ve sadece AKP hükümetinin demokrasi paketindeki demokrasi anlayışına ilişkin olarak değil, aynı zamanda bu paket üzerine yapılan eleştiri ve yorumlara ilişkin de kullanmakta olduğumdur. Yazının ilerleyen satırlarını okuyunca farkedeceksiniz ki, kullandığım başlık, aynı zamanda Türkiye’de kendini “solcu” olarak niteleyen dogmatik bir kesimin demokrasiye ilişkin anlayışına da gönderme yapıyor. Başlık konusundaki bu kısa açıklamadan sonra gelelim konumuza.

 

Cengiz Çandar’ın yazısı

 

Cengiz Çandar’ın 4 Ekim tarihli Radikal’deki köşe yazısı bu konuda beğendiğim ve benimsediğim neredeyse tek yazı oldu. Çandar’ın yazısının başlığı “Yetmez ama Evet’e Son!” idi. Bazılarının bu yazıyı şöyle yorumladığına tanık oldum: “yetmez ama evet” ilkesi AKP hükümetine “liberal”lerin ve  “liberal solcu”ların vermiş olduğu bir tavizdi; bir liberal olan Çandar şimdi aslında “yetmez ama evet” demiş olduğuna pişmanlığını dile getiriyor. Çandar’ın söz konusu yazısına ilişkin bu inanılması güç, fantastik ve gerçeklikle bağını koparmış yorum Türkiye’de demokrasi mücadelesinden ne anlaşıldığı üzerine yeniden kaygılanmama ve bir kez daha düşünmeme yol açtı. Burada Çandar’ın yazısının detaylarına ve ileri sürdüğü tezlere girmeyeceğim. Çandar ile aynı fikirleri paylaşmakla birlikte, ben ondan bir adım daha ileri giderek anayasada yapılacak değişime “yetmez ama evet” demek mümkünken (ve gerekliyken…. evet bildiniz, ben de o “liberal solcu” olarak adlandırılanlardanım, anayasaya “yetmez ama evet” demiştim),  demokrasi konusunda “yetmez ama evet” demenin kategorik olarak mümkün olamayacağını, olmaması gerektiğini ileri süreceğim, çünkü ilerleyen satırlarda demokrasinin azının-çoğunun, birazının, koşullara bağlanmasının ve daha önemlisi paketlenmesinin olamayacağını, yasal düzenlemelerle sınırlanıp boğulan hakların ise zaten demokrasi demek olmadığını, o nedenle demokrasinin “yetmez ama evet”inin olamayacağını ileri süreceğim.

 

Anne Ben Demokrasi’ye Kayıtsız mıyım?

 

Gelelim demokrasi paketi konusuna. Açıkcası paketle birlikte hayatımıza girmiş olan üç-beş yasal düzenlemeyi bazılarının beklediği gibi sabırsızlıkla beklemedim. Paket açıldığında da ne büyük bir heyecana ne de hüsrana kapıldım. Paketi bir miktar inceledim, medyada yapılan değerlendirmelere göz attım. Hemen hiç bir yorum, hiç bir eleştiri veya paketi yerlere göklere koyamayan methiye (özellikle bu grubun iktidar seviciliği ve düşkünlüğü ayrı bir yazının konusu olarak ele alınıp, psikoanalizin çetin analiz yöntemleriyle incelenmeyi beklemekte) bende demokrasiye ilişkin hiç bir duygulanmayı veya daha önemlisi kayda değer hiç bir düşünceyi harekete geçiremedi. Bundan bir kaç yıl önce Avrupa Birliği ile uyum çerçevesinde meclis koltuklarında sabahlayan milletvekillerinin yaptığı yasal düzenlemeler de bende hiç bir düşünce, duygu, eleştiri, vs uyandırmamıştı. İstanbul Bienali’nin bu seneki provakatif başlığına (Anne Ben Barbar mıyım?) nazire yaparak soracak olursam “anne ben demokrasiye karşı kayıtsız mıyım?”

Hayır. Demokrasiye hiç bir zaman kayıtsız olmadım. Aksine, demokrasi dediğimiz şey beni fazlasıyla ilgilendiriyor. Günlük yaşamımda hemen her gün bir vesile ile (trafikten siyasete, akademik hayatımda görüp tanık olduklarımdan, ailelerin çocuklarıyla ilişkilerine kadar) bu ülkede demokratik bir ahlakın, geleneğin, kurumsallaşmanın olmayışına hayıflanıp, verip-veriştiriyorum. Günlük yaşamımın dışında da bir çok vesileyle anti-demokratik uygulamaların azınlıkların, dışlanmışların ve ezilenlerin haklarına ve özgürlüklerine nasıl yaralar verdiğini, bunu oluşturan mekanizmaların ve dinamiklerin neler olduğunu yazmaya, eleştirmeye çalışıyorum. Bir sosyal bilimci olarak da yaptığım iş, çalıştığım konu da bu zaten.

 

Paket Değil “Hakları Olma Hakkı”

 

Dönelim tekrar demokrasi paketine. Söz konusu yasal düzenlemeler, demokratik olarak adlandırılmayı hak eden bir ülkede elbette hayata geçirilmesi zorunlu yasalar ve kurumsal düzenlemeler. Demokratik bir ülkede hak ve özgürlüklerin  yasalarla güvence altına alınmaması elbette düşünülemez. Ama şunu unutmamalıyız: demokrasiyi yasalardan ibaret gördüğünüzde ve yasalarla sınırladığınızda demokrasiyi boğar, onu hapsedersiniz. Demokratik bir yapılanmayı garanti altına alacak şey yasal düzenlemelere eşlik edecek demokratik bir ‘ethos’un geliştirilmesi, yerleştirilmesi ve kurumsallaştırılmasıdır. ‘Ethos’ kelimesi ile gönderme yaptığım şeyi anlamak için ahlaki değerler, ortam, kültürel yapı, dünya görüşü, değerler sistemi gibi terimlerin gönderme yaptığı şeylerin toplamını hayal edin. Söz konusu olan demokratik ethos, bugünden yarına, paketlerle sağlanacak bir şey değil elbette. Uzun, meşakkatli ve yorucu bir emeğin sonucunda gerçekleşmeye ancak yaklaşacak bir süreçten söz ediyoruz.  Hiç bir zaman “tamam oldu, demokratik ethos kuruldu ve tamamlandı” denilebilecek bir süreç değil bu.  Bu nedenle de nihai bir erişim noktası olmayan, açık uçlu bir süreci, bir hal ve durumu anlamalıyız demokratik ethos derken.

Siyasi ve sivil hakların yasalarla güvence altına alınması demokratik yapılanmanın, demokratik kurumsallaşmanın, kısacası demokratik ethos’un kanıtı değildir. Demokrasinin olmazsa olmazı eşitlik ve özgürlüğün birarada geliştirilmesidir. Eşitlik ve özgürlük ancak birarada varolurlar ama daha önemlisi eşitlik ve özgürlük göreli hale getirilemezler. Hak ve özgürlükler yasalara boğulduğunda, yasaların tanıdığı hak ile sınırlandırıldığında önlerinin siyasi olarak açılıp, güçlenmesine imkan verilmez. Ünlü düşünür Hanna Arendth’in “hakları olma hakkı” terimiyle anlatmak istediği şey, yasalar ile sınırlandırılmayan, demokrasiyi yasanın koşulluğunda hapsetmeyen bir yapılanmadır. 

 

Eşitlik ve Özgürlük Talebi

 

Demokratik yapılanmayı “hakları olma hakkı” ile tanımladığımızda, demokrasinin tanımının göbeğine “koşulsuzluk” ilkesini ve anlayışını sokuyoruz demektir. Yani eşitlik ve özgürlük ya vardır, ya yoktur. Göreli hale getirilemez, koşullara bağlanamaz. “Hakları olma hakkı”, şu veya bu spesifik hak ile aynı şey değildir. Şu veya bu spesifik hak sadece yasa ile düzenlenir, güvence altına alınır. Oysa “hakları olma hakkı” siyasi bir haktır. Daha doğru deyişle siyaset hakkıdır bu. Eşitlik ve özgürlük talebi koşulsuzluk üzerine kuruludur ve bu nedenle kalıcı bir talebi harekete geçirir ve gücünü buradan alır. Bu kalıcı ve koşulsuz talebi basitçe yasalarla sınırlarlamaya yeltenirseniz, onu boğarsanız, evcilleştirip, soluksuz bırakıp, bir anlamda etkisizleştirip, yasal düzenlemelerin alanına hapsedersiniz.

Azınlıkların, yabancıların, göçmenlerin, ve dışlananan bir çok grubun “hakları olma hakkına” ilişkin verdikleri veya verebilecekleri mücadelelerin yasal düzenlemelere hapsedilmesi, hükümran öznenin Öteki ile ilişkisindeki hükümran konumuna hiç dokunulmadan, yerinden oynatılıp eleştirilmeden idame etmesine mümkün bir zemin oluşturur. Oysa “hakları olma hakkına” dayalı bir siyaset yasal düzenlemelerin güvencesi eşliğinde hükümranın hükümran konumunu sürdürmesini sekteye uğratan ve bu sayede eşitlik ve özgürlük ilkesini geliştirmeye dayanan bir siyasettir.

 “Hakları olma hakkı” yasalarla koruma altına alınan şu hak veya bu hakkı korumakdan çok daha güçlü bir şeyi imliyorsa bunun nedeni onun bir iktidarda son bulmaması ve çoğulluğunun bir bütünlükte sonuçlanmayı hedeflememesidir. Demokrasinin hedefi ucu açık bir çokluk, sürekli genişleme eğiliminde olan özgürlük ve eşitlik talebidir. Bu talepler dikey bir iktidarda sonlanma hedefini gütmez, basit kurumsallaşmanın peşinde koşmak yerine yeni siyasi ufuklar açmak ve demokratik bir etik ve ethos oluşturmanın peşindedir.

Elbetteki “hakları olma hakkı” ile demokrasi arasında yakın bir bağ vardır. Çağımızın önemli filozoflarından Antonio Negri’ye göre, demokrasi, “hakları olma hakkı” gücünün aldığı siyasi biçimdir. Bu nedenle demokrasi bu gücü özgür bırakmaya yardımcı olacak bir yönetimselliktir; çünkü bu yönetimsellik ucu kapanmayan bir bütünsellik olduğunda demokrasi olur. Yaygın anlayışın tersine, demokrasinin karşıtı totaliterlik değildir. Demokrasinin karşıtı, birilerinin hükümran konumu ve ayrıcalığı devam ederken, diğerlerinin haklarının yasalarla sınırlandırılması ve koşullandırılmasıdır. Bu koşullandırma demokrasinin her daim açık uçlu yapısının devletin bir dizi düzenleyici faaliyetleri ve mekanizmaları tarafından emilip yutulmasına, bu ucu açık sürecin dondurulmasına sebep olur. Bu sayede de geleneksel hükümranlığı yeniden tesis eder ve böylece demokratik yeniliklerin önünü tıkar.

“Hakları olma hakkı” siyasetinin ima ettiği koşulsuzluğun ne türden bir siyaseti mümkün kıldığını tartışabilmek için onu demokratik siyasetin bir başka ayrılmazı olan eşitlik ilkesi ile birarada düşünmeliyiz. Bu biraradalık, yani eşitliğin, özgürlüğün birbirinden ve dolayısıyla demokrasiden ayrılmazlığı koşulsuzluğun siyasete girmesiyle mümkün olur.

 

Anadilde Eğitim ve Çiftdillilik

 

Bir örnekle devam edelim. Bu pakette sunulmadı ama ileride vaad edilen paketlerde anadilde eğitim hakkının tanındığını varsayalım. Böyle bir yasal hak, Kürt vatandaşların ana dilde eğitim hakkını yasalarla güvence altına alacaktır. Güzel. Diyelim ki bu yasal düzenleme müthiş başarılı bir kurumsallaşma ile de birlikte geldi (yani çok başarılı hamlelerle, öğretmenler yetiştirildi, çok özenli bir müfredat hazırlandı, tüm pedagojik boyutlarıyla bu meşakkatli durumun alt-yapısı hazırlandı.... bunu varsaymak için biraz saf olmamız gerekiyor ama hadi diyelim bu sağlandı). Kürt vatandaşlarımızın ana dillerinde eğitim görmeleri sayesinde, kendi kültürleri ile olan bağları kopmayacak ve belki de bundan daha önemlisi yazılı dilin nimetlerinden yararlanarak bu dilde çeşitli kültürel, bilimsel ve popüler ürünler üretebilecekler ve bunlar sayesinde Kürt kültürü sözlü kültürle sınırlanmayacak ve daha kalıcı hale gelebilmek konusunda önemli adımlar atılacak (“ana dilde eğitim hakkını” savunanlarca bu detayların düşünülerek öneri yapıldığı izlenimini hiç bir zaman almadım, çünkü demokrasi ve barış sürecinin ağırlıklı olarak her iki tarafça da bir pazarlık mantığıyla yürütüldüğünü gözlemliyorum ve bu detayların düşünüldüğü yolunda pek bir emareye rastlayamıyorum açıkcası.) Yanlış anlamayın. Ana dilde eğitim talebini ve bu konuda yapılacak yasal düzenlemeleri kesinlikle küçümsemiyorum ve önemsiz bulmuyorum. Hatta o kadar önemsiyorum ki, bir insanın gırtlak yapısını ve çıkarmaya muktedir olduğu seslerin çeşitliliğini ve menzilini dahi belirlemeye kadir olan o muhteşem ve mucizevi aygıt olan ana dil ile insanların bağını kesmenin fiziksel şiddete muadil bir şiddet uygulama demek olduğunu düşünüyorum. Neredeyse paketin demokratiklik derecesinin kalite testi veya temel ölçütü haline getirilmiş olan ana dilde eğitim hakkı sağlanmış olsa bile, bunun yukarıda dillendirmiş olduğum demokratik siyaset demeye gelmeyeceğinin altını çizmeye çalışıyorum.

 

Okul ile Sınırlanmayan Kürtçe

 

Devam edelim. Diyelim ki ana dilde eğitim hakkı sağlandı. Peki bu durum Kürtlerle Türklerin, veya Kürtçe ile Türkçenin eşit, aynı özgürlüklere ve konumlara haiz diller olduğu yönünde bir duruma mı işaret edecek? Sadece Kürt vatandaşların on-yirmi okulda Kürtçe eğitim müfredatıyla sınırlanmasından başka bir şey demek olmayacak. Oysa, bu ülkede eşit haklara sahip vatandaşların dillerinin eşitliğinin sağlanması yolunda verilecek demokratik bir mücadel,e Kürtçe dilinin yaygınlaştırılmasını, tüm toplumsal dokuya, tüm vatandaşların sembolik evrenine yayılmasını hedefler. Kürtçenin Türk vatandaşlar için de öğrenilmesi gereken bir dil haline getirildiği ve havaalanlarından tutun da belediyeler ve diğer resmi binalardaki işaret sisteminde iki dilliliğin şart haline getirilmiş olduğu bir dünyayı hayal edin. Bu durum Türk vatandaşların hayatına Kürtçe dilini sokmanın, Kürtçenin varlığının basitçe fikir düzeyinde tanınmasının değil, bizzat o dili görerek, duyarak varlığının kabulünün önünü açacaktır. Bundan epeyce seneler önce İhsan Dağı bir TV programında “kaçımız Kürtçe’de ‘seni seviyorum’ demeyi bililyor. Oysa çoğumuz bunun İngilizce, Almanca, Fransızca nasıl söylendiğini biliyor” demişti. Türk vatandaşları Kürtçe olarak bir-iki kelam etmeyi öğrendiklerinde, yani Kürtçe tüm ülke vatandaşlarının sembolik dünyasının bir parçası olmaya başlayabildiğinde o zaman paketler bizi daha az ilgilendiriyor olacak. Hatta ortada açılacak paket kalmayacak, çünkü demokrasi pakete giremez. Paketlenen şeyin adı ise demokrasi olmaz. İşte bu nedenle paketden demokrasi uman bu demokrasi anlayışı batsın diyorum. Paketlenen olsa olsa şu ya da bu hakkı güvence altına alan yasal düzenlemedir. Paketlerimizin sınırını bilelim. Siyaseti pazarlık ve pakete indirgemeyen anlayışın geliştiği günler demokrasi konusunda gerçek adımlar atmaya başladığımız günlerin müjdecisi olacaktır.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Milliyetçi laikler ve otoriter İslamcılar

Siyam ikizlerinin hazin ortak sonları...

Türk yasalarının korumadığı Eltürk, ya da ırkçı cinsel şiddet

Kürt bir kadın üzerinde uygulanan bu cinsel ve ırkçı şiddetin kanıtlamaya çalıştığı tek bir şey vardır: Beyaz Türk erkek patriarkal gücü

İstisnai hal ve biraderlik siyaseti: Jacques Derrida, Erdoğan ve Gülen’e bakarsa ne görür?

Fethullah Gülen, Recep Tayyip Erdoğan için, "çevresinde zannediyorum meseleleri farklı intikal ettiriyorlar… Bir yönüyle, böyle rahatsız edici şeylere sevk ediyorlar sanıyorum arkadaşı" demiş BBC’ye verdiği röportajda.

"
"