Bir küçük testle başlayalım yazıya: yazının başlığındaki terimlerin birbiriyle çeliştiğini saptadınız sanırım. Eğer başlıktaki iki terimi birbirleriyle çelişmez olarak görüyorsanız bu yazının devamını bence okumanıza gerek yok, çünkü yazının konusu tam da bu terimler arasındaki çelişkiyi Suriye bağlamında masaya yatırmak.
Suriye’nin, daha önce Irak’ta ve Libya’da olduğu gibi, tepesinden Batılı ülkeler ve bu sürece büyük bir iştahla katılmayı ümit eden Türkiye tarafından bombaların yağdırılmasına ramak kaldığı bu dönemde dolaşıma sokulan “koruma sorumluluğu” söylemine biraz daha yakından bakmakta fayda var.
Bu terimin anlattığı şey, ekonomik ve siyasi olarak güçlü ülkelerin kendisinden daha zayıf ülkelerin iç işlerine ayar verme operasyonunun bir diğer adı olan “insani müdahale” terimin anlattığından farklı birşey değil. Hem “koruma sorumluluğu” hem de “insani müdahale” terimleri günümüzden çok daha önceki bir dönemin, yani sömürgeci dönemin söylemini şekillendiren ve “beyaz adamın külfeti” olan “medenileştirme misyonu” söyleminin bugünün küresel dünyasında büründüğü yeni ideolojik ve politik biçim. Her üç söylemsel çerçeveye de ruhunu veren temel saik, güçlü devletlerin, yüzyıllardır kendilerinden daha az güçlü olan devletlere müdahale etme ve onların egemenliklerini yok etme hakkını kendinde görmesi. Çok basit bir ilke ama siyasi, ekonomik ve kültürel sonuçları Üçüncü Dünya ülkelerinde her zaman çok ağır durumlar yaratmış bir uluslararası siyaset biçimi.
Yukarıda andığım ve emperyal siyasetin dışavurumu olan bu terimlerden hiç birinin formal veya yasal bir tanımını yapmak mümkün değil. Ancak temel ve ortak bir özellik veya varsayım var hepsinde: birtakım güçlü ülkeler, belirli koşullarda veya daha “ilkel” ve zayıf ülkelerdeki insanların haklarının çiğnendiğine inanırsa veya bu ülkelerin medeniyetten yeterince nasiplerini alamamış olduklarını düşünürse, o zaman bu devletlerin sorunlu gördükleri bu duruma müdahale hakkı veya daha önemlisi sorumluluğu vardır.
Belçikalı teorik fizikçi Jean Brichmont’un kitabının başlığı olan “insani emperyalizm” terimi bu durumun yaratığı ikilemi vurucu bir biçimde göstermesi bakımından önemli. Batılı güçlerin dış politikalarında izledikleri ideolojiye ve siyasete damgasını vuran liberalizmin temel nosyonları olan özgürlük, demokrasi, adalet, insan hakları gibi değerler ve terimler, bugün “insani emperyalizmin” olduğu gibi sömürgecilik döneminin de tanımlayıcı özelliği olmuştur.
Kısaca “insanseverlik” terimiyle andığım bu durum elbette çok değişik araçlarla gerçekleşirilebiliyor. Beni burada ilgilendiren konu savaş ve şiddet (ekonomik yollar ise başlı başına bir konu) yoluyla Öteki ülkelere insani müdahalede bulunmayı ve demokrasi getirmeyi hedefleyen beyaz adamın yükümlülüğünü yerine getirme misyonu.
Savaş ve şiddet oluyla gerçekleşen müdahalelerin amacının insan haklarının tesisinden başka pek çok şey hakkında olduğunu bilmeyenimiz veya böylesi naïf bir anlatıya inananımız kaldı mı acaba? Savaş çığırtkanlığı yapan şirketleşmiş bazı medya ve ekonomik çıkarlarını koruma refleksinden başka hiç bir amacı olmayan güçlü küresel sermaye ve onların ittifak içinde bulundukları siyasi güçler ile onlara yandaş olan liberal bir dizi entellektüel, yazar-çizer takımının kendilerine biçtiği küresel jandarmalık görevini elbetteki ayan beyan saldırgan ve savaçıl bir söylemle savunmasını beklemiyoruz. Böylesi bir beklenti saflıktan da öte bir durum olurdu. Elbette insan haklarını ve demokrasiyi “koruyacaklar”!!!
Saldırgan bir savaş taktiği ile “insan haklarını koruma sorumluluğu”nun yanyana gelemeyeceği veya dünyayı basitçe “iyiler ve kötüler” gibi bir karşıtlığa indirgemenin ise fazla basit kaçacağı ve bunun güçlü bir meşrulaştırma sağlayamayacağı bariz olduğu için, “tehlike altındaki insanların haklarını koruma “ gibi ahlaki ve yasal misyonu ve sorumluluğu oldukça cezbedici insani müdahale söylemi savaşı rasyonalize eden ve vicdanları harekete geçirerek savaşın yaratacağı yeni bir dizi insanlık dramını meşrulaştıran bir işlev görüyor.
Düşen bir bombanın neresinde insanilik bulunduğunu sormayan bir insan hakları siyaseti olamaz. Herşeyden önce savaş ve insan hakları terimlerinin birbirlerinin oksimorunu (tezatı) olduğunu vurgulamakla işe başlamalıyız. Bu iki terimi yanyana kullanan ideolojik ve politik söylemlere ve kurumlara, uyguladıkları yaman çelişkiyi ortaya çıkarmak için gerçek insan hakları mücadelesi verenlerin sorması gereken temel sorulardan bir tanesi “insani müdahalenin” kim tarafından kime uygulandığıdır.
Kısa bir sure için hayal edin. Rwanda veya Pakistan hükümetinin ABD’ye Guantanomo Bay hapishanesindeki insan hakları ihlallerinden veya idam cezasının halen çeşitli eyaletlerinde uygulanmakta olmasından, veya fakirlik sınırı altında yaşayan milyonlarca vatandaşına hiç bir sağlık hizmeti götürme sorumluluğu hissetmeyen bir devlet yapısına sahip olmasından dolayı insan haklarını ihlal ettiğini ve bundan dolayı ültimatom verdiğini, bir süre tanıdıktan sonra durum düzelmeyince askerlerini ve savaş füzelerini ABD semalarına gönderdiğini? Bunu hayal dahi edemiyorsak, bu çizdiğim resim çok saçma-sapan ve hatta biraz da komik geliyorsa, iki dakika neden saçma ve acaip geldiğini düşünmenizi isterim. ABD’de de insan hakları ihlaleri olmadığı için mi, yoksa bugüne kadar kimin kime müdahalesini meşru görmeye endoktrine edildiğimiz ve hükümran liberal ideoloji beynimizi yıkamış olduğu için mi? Peki ABD’ye insan hakları ihallerinden dolayı müdahale etmek bu kadar “acaip” bir durum gibi geliyorsa, Üçüncü Dünya dediğimiz bölgelere müdahaleyi neden hiç garipsemiyoruz? Cevabı çok basit: yine aynı ideolojik ve politik çerçeve bize bu insanların “kendi kendilerini yönetme kapasitesine sahip olmadıkları” fikrini sömürgecilik döneminden beri beyinlerimize zerk etti.
Savaş çığırtkanlığı yapan medyanın bize söylemediği çok önemli şeyler var. Bunların en başında, baba Bush ile başlayıp oğul Bush’la devam eden Körfez savaşının en dramatik sonuçlarından birisinin milyonlarca Irak’lının savaş sonucu olarak açlığın pençesinde, yetersiz beslenmeden ve sağlanamayan sağlık koşullarından dolayı ölümle yüzyüze oldukları bilgisidir. Bu insanlara, başlarında bulunan otokratik liderlerden dolayı ve bizim hükümetlerimiz, devletlerimiz ve şirketlerimiz bu yönetimlerden hoşnut olmadığı için onlara yaşamak zorunda kaldıkları bu durumu reva görebilmek bırakın insan hakları savunucusu olmayı, insanlıkdan hayli uzaklaşmayı gerektirir. Güçlü ülkelerin müdahalesi sonucunda işlenen savaş cinayetlerine bir yandan kör kalıp diğer yanda bu ülkelerin otokratik rejimlerini ve yöneticilerini eleştirme kolaycılığına kapılmayalım. Bugün Batılı devletlerin “insani müdahale” adı altındaki savaşlarını desteklemek ancak Filistin’de, Rwanda’da, Suriye’de, Mısır’da yaşanan çatışma ve çelişkilerin kökeninde on yıllarca bu ülkelerin iç işlerinden ellerini çekmemiş emperyal devletlerin rolünü unutmakla mümkündür.
“İnsani müdahale” veya bugünkü moda terimiyle “koruma sorumluluğu” küresel siyasetin yeni bir marifeti değil. Bu sorumluluk “beyaz adamın medenileştirme misyonunun” sadece bugünkü aldığı yeni bir biçim. Ama eğer gerçekten insan hakları ilkesi etrafında bir siyaset izlemek istiyorsak, “insan hakları” söyleminin iki ucu keskin bir bıçak olduğunu her daim akılda tutmalıyız.
Irak savaşı sonrasında taşıdığım bir yaka iğnemin sloganı şuydu: “Be nice to America, or we will bring democracy to your country” (Amerika’ya iyi davranın yoksa ülkenize demokrasi getiririz). O dönem ABD’de yaşadığım için bu yaka iğnesi önem arz ediyordu benim gözümde.
Anlaşılan o ki Suriye’ye pek yakında demokrasi getirmek için harekete geçecek bizim emperyaller. Türkiye’nin de katılmaya çok hevesli olduğu bu yeni savaş bana yaka iğnemi takma zamanımın geldiğini söylüyor! Ama üstündeki yazıyı değiştirerek yeni ülkeler eklemem gerekecek galiba.
Not: bu yazının son rötuşlarını Avrupa Sosyoloji Derneği’nin yıllık toplantısında sunum yapmak üzere geldiğim İtalya’nın Torino kentindeki otel odamda yapıyorum. Yine, yeniden, bitmek tükenmez bir biçimde yıllardır değişik bağlamlarda sorgulamaktan bıkmadığım Avrupa’nın Öteki karşısındaki hükümran konumunu bu sefer de Müslüman göçmenler bağlamında ele aldığım konuşmama başlamadan önce, dinleyicilerimi oluşturan Avrupa sosyoloji akademik camiasının üyelerine, eşiğinde bulunduğumuz savaş konusunda kısa bir açılış konuşması yapıp, tepkilerini almak istedim. Gördüğüm tepkisizlik ve hatta kayıtsızılık karşısında söyleyecek hiç bir laf bulamadım. Kelimelerden başka hiç bir silahı ve gücü olmayan biz akademisyenlerin, eli kulağında olan savaş konusunda iki çift lafı dahi esirgiyor olmaları dünya ahvali üzerine olan ümitsizliğimi sadece derinleştirdi.