03 Mart 2017

Giderek kırılganlaşan sivil-asker ilişkileri

‘Karargâh Rahatsız’ haberi niçin eleştirilmeli?

15 Temmuz askeri kalkışmasının ardından temmuz ve ağustos aylarında sivil-asker ilişkileri hakkında birkaç yazı kaleme almıştım.[1] Şimdi yeni bir analiz yapma zamanı. Çünkü gidişat zannımca pek de iyi yönetilemiyor. Bana bu yazıyı yazdıran önemli gelişme Hürriyet’te çıkan ‘Karargâh Rahatsız’ başlıklı haber sonrasında başlayan tartışmaların kalite düzeyi. Bu haber üzerinden yürütülen tartışmalar bize;

  • 15 Temmuz üzerinden 8 ay geçmesine rağmen sivil-asker ilişkilerinin değişen doğasını hâlâ tam algılayamadığımızı,
     
  • Sivil-asker ilişkilerinin yeni dönemdeki özellikleri konusunda toplumsal bir uzlaşıyı tam olarak yakalayamadığımızı,
     
  •  Sivil-asker ilişkilerini hâlâ ‘dikiz aynasından’ algıladığımızı,
     
  • Bu tartışmayı bir türlü ideolojik bagajlarımızdan ayırıp bir türlü teknik/akademik alana taşıyamadığımızı, bunun sonucu olarak da herkesin olayı sorun çözmek ve diyalog kurmak yerine birbirinin eski nasırlarına bastığı popüler bir şova dönüştürdüğünü gösteriyor. Acı ki ne acı. Ama tartışa tartışa ezip suyunu çıkarttığımızı bu kavram şayet ‘çürürse’ acısını hep beraber çekeceğimizi, bedeli hepimizin ödeyeceğini hatırlatmak isterim. Bu yazıyı bir binbaşı eskisinden ve sivil-asker ilişkilerini çalışan bir akademisyenden tarihe düşülen bir not olarak kabul edin.

Giriş

Öncelikle 15 Temmuz şoku, sonrasında yaşanan reformlar ve toplu tasfiyeler nedeniyle artık sivil-asker ilişkilerinde eski paradigmanın öldüğü, ama yeni olanın bir türlü doğamadığı bir ‘Araf’ (veya geçiş) döneminde olduğumuzu hatırlatayım. Bu geçiş döneminde bu kritik konuda siyasi tarafgirlikten ve toksik siyasetin zehirleyici etkisinden uzak apolitik, objektif ve akademik tartışmalara ihtiyaç var ama görünen o ki bu konuda ne niyetimiz, ne zamanımız ne de entelektüel kapasitemiz var. Büyük bir gürültü ve patırtı içinde siyasi bagajlarımızın ağır yükü altında karşı tarafı anlama çabasından uzak bir şekilde geçmişe dönük reflekslerle ‘mevcut duruma’ dair karşılıklı bağrışıyoruz.

Durum ne?

Aslında ben durumu 3 Ağustos tarihli ‘Nasıl bir sivil-asker ilişkisi?’[2] başlıklı yazımda özetlemiştim. Durum şu: Hız ve kapsamı açısından 15 Temmuz sonrasında TSK’nın yeniden yapılanması ve sivil-asker ilişkilerinde genelde sentetik süreçlerle şekillenen, hem toplumun bir kısmında hem de asker içinde hazım problemi yaşanan bir ‘devrimsel sivilleşme’ yaşıyoruz. Şayet toplumun tamamı ve asker aslında bir paradigma değişimi olan bu hızlı sivilleşmeyi hazmedemezse hem sivil-asker ilişkilerimiz zarar görür hem de zaten fazlasıyla mevcut olan toplumsal fay hatlarımıza bir yenisi eklenir. Ki giderek kaygı duyduğum şekilde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) merkezine oturduğu bu fay hattını Ağustos 2016’da “15 Temmuz sonrasında kendini Mustafa Kemal’in son askeri hissedenlerle Uhud’daki Okçular Tepesini terk etmeyenler arasındaki algısal yırtılma” olarak tanımlamıştım. TSK giderek hem toplumda hem de siyasette laik-muhafazakâr tartışmalarında tarafların birbirilerine güç gösterisi yaptığı bir mekan hem de bu tartışmanın bir nesnesi haline geliyor. Giderek belirginleşen laik-muhafazakâr yarılmasını TSK üzerinden tartışmak en başta ordumuza, sonra ordu-toplum birlikteliğine, en sonunda da sivil-asker ilişkilerine büyük zarar veriyor.

Neydi eski paradigma?

Türkiye’nin eski paradigması Huntington’cu ekoldür. Ne der Huntington? Önce Huntington’un şu çok güçlü üç ön kabulü ile başlamak lazım.

  1. Askerler Mars’tan, siviller Venüs’ten: Yani Huntington’a göre her ne kadar askerle sivil bedenen insan olsa da  zihinsel ve duygusal dünyada varoluşsal (ontolojik, fıtri) açıdan ayrı gezegenlerde yaşayan iki farklı türdür.
     
  2. Askerler ve siviller iki farklı ‘tür’ oldukları için askeri dünya ile sivil dünya hiç bir zaman birbirine benzemez. O halde ordu ile toplumu iç içe sokmaya çalışmak hem askerin askerliğini (özel statüsünü, toplu iş tutma becerilerini, askeri kültürünü) bozar hem de toplumu gereksiz şekilde militerleştirir.
     
  3. Askeri dünya ile sivil dünya arasında varoluşsal bir farklılık var olduğuna göre temel strateji belli kurumsal mekanizmalar ve kurallar inşa ederek (institutions) bu farklılığı yönetmeye çalışmak olmalıdır.
     

Huntingtoncu paradigma aynı zamanda askerin profesyonelliğine güvenir.  Bu nedenle orduya daha çok otonomi/hareket sahası verir ki ordu daha da askerleşebilsin. Bu paradigmanın temel varsayımı ‘ordu askerleştikçe (yani profesyonelleştikçe) darbeden uzaklaşır, demokratik ve sivil idareye saygı duyar, itaat eder’dir. Yani ordu profesyonelleşip toplumun günlük kaygılarından uzaklaştıkça kendine güveni artar ve kendi içinde objektif kontrol (iç denetim) sağlar. Huntington sivillerin askeri alana müdahalesinden hoşlanmaz.

Eski sivil-asker ilişkileri paradigmasını aslında ‘elitist, devletin, milletin ve demokrasinin koruyucusu olduğuna inanmış, sivil siyasete asla güvenmeyen ancak günlük siyasetle de uğraşmayı sevmeyen’ generaller ile seçilmiş sivil siyasetçilerin arasındaki sıfır toplamlı güç oyunu olarak tanımlamak mümkün. Yani eski sivil asker ilişkileri generaller ile hükümet arasında birinin bir birim kazancının diğerinin bir kaybı olduğu ve günün sonunda toplamı sıfır olan bir güç oyunu. Bu nedenle taraflar acımasız, çok sert ve tavizsiz bir şekilde pozisyonlarını korumak zorunda kaldığı bu paradigmada büyük çoğunlukla kazanan da ‘eli silahlı elitler’ yani generaller oldu.

Ama bu güne kadar kör-topal yürüttüğümüz bu paradigma bizi 15 Temmuz’dan da koruyamadı. Yani askere güvendiğimiz (veya güvenmek zorunda bırakıldığımız) o eski paradigma çuvalladı. O zaman bir değişim şart. Bu nedenle toplumun değişim konusundaki talebi çok haklı, sivil seçilmişin değişim konusundaki niyeti meşru, niçin eskiyi yıkmak istediği ise anlaşılır. Bunda şüphe yok. Ama Türkiye’nin her alanda yaşadığı ‘metedoloji’ sorunu yani ‘nasıl’ sorusuna, uygulanacak yol ve yönteme dair bir kafa karışıklığı var. 15 Temmuz nedeniyle Türkiye’de asker sivil-asker ilişkileri alanında ‘Neyin ve niçin’ yapılması gerektiğinde az çok hem fikiriz ama ‘nasıl?’ yapılması gerektiğinde bilgi, görüş, proje ve model tartışmalarımız olmayınca bu entelektüel kıtlıkta gene eski ‘hortlak’ tartışmalar üzerinden karşılıklı bağrışıyoruz.

Şimdi karşımızda yeni bir durum var. Şimdi bu yeni durumu tanımlamaya çalışalım.

15 Temmuz sonrası sivil-asker ilişkileri açısından yeni durum

15 Temmuz bize gösterdi ki biz ‘askerle’ sivili toplum arasındaki mesafeyi bir hayli açmışız. Hatta asker tarihi geçmişinden ve elindeki silahından aldığı güçle bu mesafe açıklığını lehine kullanıp kendine sivil toplumun, seçilmiş sivilin ve siyasetin üstünde bir pozisyon biçmiş. Ama şimdi askeri topluma çapalamak lazım. Eyvallah. Doğrudur. Bunun için de aşağıdaki varsayımları herkesin kabulü şart.

  1. Siviller Venüslüyse onun içinden çıkan askerler de doğal olarak Venüslüdür ve de hep Venüslü kalmalıdır. Askere sen ayrı bir ‘türsün’ demek onun içinden geldiği türe ihanettir.
     
  2. Ordunun profesyonelleşmesi, objektif kontrol (iç denetim) için kendi ürettiği norm ve değerler sistemine ne kadar çapalandığı ile değil topluma ne kadar çapalandığı ile ölçülür. Bu nedenle toplum askere güvenmek yerine onun üzerinde doğrudan sivil seçilmişin müdahalesi ile bir sıkı bir sübjektif kontrol (dış denetim) geliştirmelidir.
     
  3. Askerle sivil arasındaki farkı yönetmeye çalışmak anlamsızdır. Bu nedenle o farkı yok etmek, yani bir ordu-toplum benzeşmesi amaçlamak gerekir.
     

Ama bu yeni durumda askeri nereye çapalayacağız? Artık toplumun üstünde görmek istemeyiz ama altında da olmasın. Aynı seviyeye çapalayalım. Bir de topluma arada hiç mesafe kalmadan çapalamak ne kadar doğru? Aramızdaki sözleşme gereği hayattaki en değerli varlıkları olan canlarını yurt ve millet savunmasında vermeye hazır olduğunu beyan eden bu devlet memurlarının diğer devlet memurlarından farkı da olmalı. Onlara ‘azcık’ da olsa otonom olabilecekleri bir mesafe vermeliyiz ki öncelikle iyi caydırıcılık ve güvenlik üretsinler sonra da gerekirse ‘silahlı şiddetin en üst politik formu’ olan savaşı daha iyi yapabilsinler. Onlara bu mesafeyi (veya otonomiyi) niçin vermeliyiz? Aşağıdaki nedenlerden dolayı:

  1. Askeri uzmanlıklarını geliştirebilsinler: Unutmayın asker devlet memurlarımız çoğu zaman biz sivillere çoğu zaman ‘manyakça’ ve ‘aptalca’ gelen işlerin yapıldığı, hatanın bedelinin kanla ve canla ödendiği küresel bir sektörde çalışıyor. O zaman bu küresel sektörde rekabet üretebilmeleri için onlara askeri uzmanlıklarını arttırabilecekleri zaman, para, yöntem ve kaynak (insan, silah, teçhizat vb.) yanında ‘azıcık’ da otonomi vermeliyiz ki kolay taaruz, savunma, geri çekilme çalışabilsinler, uçakları, tankları ve gemileri ile azıcık oynayabilsinler.
     
  2. Takım ruhu oluşturabilsinler: Dedim ya  en basit anlamda ‘ölmeden önde öldürme sanatı (veya bilimi)’ olan askerlik zor sektör.  Küresel rekabeti de çok yüksek. Çalışma mekanları olan ‘çatışma alanlarında’ da cesaret de korkaklık da bulaşıcı birer hastalık. Bu asker devlet memurlarının üzerinden mermi geçerken geriye mi adım atmasını isteriz ileriye mi? Eğer ileriye adım atmalarını istiyorsak o zaman onlara yine azıcık otonomi vermeliyiz ki cesaret yüklemesi için takım ruhu oluşturabilsinler. Bu takım ruhunu da şarj olmak için milli, dini ve tarihi malzemelerle de süsleyebilsinler. Ama asker için bu milli-dini-tarihi ‘şarj’ malzemeleri tuz gibidir. Azı karar çoğu zarar. Gereğinden fazla alınırsa bünyeyi ve profesyonelliklerini bozar.
     
  3. Profesyonel olabilsinler. Hep dilimize pelesenk: ‘Profesyonel ordu.’ Ama nedir askerin profesyonellik tanımı? Henüz üzerinde uzlaştığımız bir profesyonellik tanımımız yok. İvedilikle TSK için profesyonelliği mesleki yeterlilik, etkinlik ve verimlilik, demokratik ve sivil kontrole tabi olabilme düzeyi, meslekle ilgili ahlaki-etik normlara bağlılık, hukuka uyma becerisi gibi kriterler ışığında ölçülebilir bir hale getirmek yani sayısallaştırmak gerekiyor. Ki bu sayede ordumuzun profesyonellik düzeyini ölçebilelim ve bundaki yükselişin/düşüşün nedenlerini önceki ölçümlere bakarak anlamaya çalışalım.
     

‘Karargâh Rahatsız’ haberi niçin eleştirilmeli?

Genelkurmay Başkanlığı’nın sanki 15 Temmuz olmamış gibi geleneksel iletişim yöntemlerini kullanarak güvendiği ve popüler bir gazetecinin kulağına ‘isimsiz ve kaynak belirtmeden’ bir şeyler üflemesi ve bu üflenen şeylerin önemli bir gazetede manşetten verilmesi tabi ki 15 Temmuz sonrasındaki sürecin ruhuna pek de uygun değil.  Haberdeki problemli şeyleri aşağıya sıraladım:

  • İçeriğin cinsi: Doğrudan askerliği ilgilendiren uzmanlık konularındaki görüşler ile Sn. Genelkurmay Başkanı’nın kişisel tercihlerine ilişkin açıklamaların aynı anda verilmeye çalışılması en büyük problem (Bu karışık içerik TSK’nın kurumsal duruşu ile Sn. Genelkurmay Başkanı’nın kişisel tercihleri ve duruşunun birbiri ile karıştırılmasına neden olmuş) Sizce TSK’nın ne düşündüğü her zaman Genelkurmay Başkanı’nın kişisel düşüncesi mi demektir? Niçin her zaman Genelkurmay Başkanlarının şahsi tercihleri eleştirildiğinde TSK eleştirilmiş sayılır? Ve bu doğru mudur? Genelkurmay Başkanlığı’nın basın açıklamalarının içerik analizini yaptığım bir akademik çalışmam vardı. Bu çalışmamın bulguları  (özellikle Sn. İlker Başbuğ dönemi buna örnek) Genelkurmay Başkanlarının medya üzerinden kamuoyu ile iletişimi olması gerekenden fazla ‘kişiselleştirmesinin’ istenmeyen sonuçlar doğurabiliyor. Bu nedenle Sn. Orgeneral Hulusi Akar iletişimi asla ‘kişiselleştirmemeli.’
     
  • İçeriğin özelliği: Haberde paylaşılan içerik reaktif, eleştirilere cevap niteliğinde yani kafadan olumsuz ve toplumda/medyada polemikler yaratabilecek cinsten. Aynı zamanda haber içeriği sadece ‘bilgilendirme’nin yetmediği, başta eleştiri sahipleri olmak üzere toplumun ‘ikna’ edilmesi gereken hassas konular da içeriyor. Konu ne olursa olsun bin 300 kelimelik bir gazete bilgilendirmesi ile insanları nasıl ikna edip ‘Evet ya ben bu eleştirilerle hata yapmışım?’ dedirtebilirsiniz ki?
     
  • Haberin zamanlaması: Haberin zamanlama açısından yanlış olduğunu söylememe gerek yok sanırım.
     
  • İletişim stratejisi: Seçilen iletişim vasıtasının gazete olması, seçilen gazete ve gazetecinin kimliği ve de en önemlisi TSK’nın söylemek istediklerinin siyasi karar alıcılara değil de medya vasıtası ile doğrudan kamuoyuna yapılmak istenmesi.

Peki ne yapılabilirdi?

Şimdi esasa yönelik bir soru var:

Sizce Genelkurmay Başkanlığı, TSK’yı temsil eden ‘komuta/koordinasyon’ makamı olarak gerekli gördüğü zamanlarda sadece askerlik ve kendisini ilgilendiren konularda kamuoyunu bilgilendirmeli mi? Yani gerekli gördüğü zaman askerin doğrudan askeri uzmanlıkla ilgili konularda seçilmiş sivilleri atlayarak sivil toplumu doğrudan bilgilendirilmesi gerekir mi? İşte bu konuda kararı seçilmiş sivil verir. Tam da bu yüzden Genelkurmay Başkanlığı’nın yerine olsam TSK İletişim Stratejisine esas olmak üzere TSK’nın Milli Savunma Bakanlığı’na ve Cumhurbaşkanlığı’na bir üst yazı yazarak toplumla hangi durumlarda, hangi medya vasıtaları ve nasıl iletişim kurabileceğine dair bir ‘siyasi direktif’ talep ederdim.

Şayet ‘Karargâh Rahatsız’ haberine konu olan hususlarda “TSK açıklama yapmalı mı?” sorusuna cevabınız hâlâ ‘evet’ ise ben olsaydım bu iletişimi şöyle dizayn ederdim:

Öncelikle bu bilgilendirmeyi Sn. Genelkurmay Başkanı ile Sn. Savunma Bakanı’nın bir arada olduğu ve her türlü medya kuruluşuna açık ortak bir basın toplantısı şeklinde dizayn ederdim. Bu basın toplantısına Sn. Milli Savunma Bakanı’nın durumu özetleyen 4-5 dakikalık bir açılış konuşması ile başlanır, sonra sözü Sn. Genelkurmay Başkanı alır o da 15-20 dakika konuşur, kendini ve kurumunun görüşlerini ifade eder sonra da soru-cevap kısmında 4 veya 5 soruya cevap verilirdi. Bu sayede hem doğrudan ve mertçe kamuoyu ile yüzleşme imkânı yakalanır hem de sivil-asker uyumu herkese gösterilmiş olurdu.

Gene uzun olan yazımı yeni dönemde sivil-asker ilişkilerini etkileyecek en önemli sorunsalla bitirmek isterim:

Sn. Cumhurbaşkanı’nın yeni sivil-asker ilişkilerindeki yeri

Kritik soru şu: Sn. Cumhurbaşkanı’nın yeri bu ilişkinin üstünde mi olmalı yani hem sivili hem de askeri temsil eden bir ‘kuşatıcı baba’ figürü? Ya da seçilmiş sivili mi temsil etmeli? Yoksa askeri mi?

Modern demokrasilerdeki sivil-asker ilişkilerine baktığımızda bu ilişkide askerle sivil alanında karşılıklı saygı, hukuki normalar ve nezaketin esas alındığı eşit yatay ilişkilerin olduğunu görüyoruz. Bu nedenle en sağlıklı olanı (Belki de 16 Nisan’dan sonra sivil yürütmenin başı olacak olan) Sn. Cumhurbaşkanı’nın ‘seçilmiş ama partili bir sivil’ olarak ‘sivil’ olanı temsil etmesi. Çünkü ‘seçilmiş ama partili sivil’ olma ayrıcalığı bu ilişkiye daha bir hassas yoğunlaşmamızı gerektiriyor. Hem askerin hem de sivilin üstünde ‘seçilmiş ama partili kuşatıcı baba’ figürünün ise günün sonunda hem askerin etkinliğini ve verimliliğini, hem de etkin sivil kontrol sağlasa da demokratik kontrolü ve en belki de en önemlisi ordunun toplumun her kesiminden alması gereken sosyal meşruiyeti zedeleyeceğini düşünenlerdenim.


[1] Lütfen bakınız: http://t24.com.tr/yazarlar/metin-gurcan (erişim Mart 1, 2017).

Yazarın Diğer Yazıları

Suriye politikasızlığımızın artan maliyeti: Peki çözüm ne?

Peki Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) mevcut askeri yığınaklanması ve operasyonel gücü sayesinde Rusya hava sahasını da açarsa Tel Rıfat’ı almasına alır da bu bölgenin alınması Türkiye’nin Suriye politikasının siyasi hedefine hizmet eder mi?

Fırat batısı, Suriye, riskler, tespitler: Ufukta bir operasyon mu var?

Soçi’deki zirvede ne tür bir alışveriş oldu bilemiyoruz ama mevcut durumda Putin bir şey almadan Tel Rifat’ı bize vermez. Bölgede, yani Fırat batısında ABD’nin ne hava sahasında ne de karada etkisi var; muhatabımız Moskova

Suriye, İdlib, TSK'dan istifalar ve tarihe bir not

İki jeopolitik gerçeklik ve iki operasyonel gerçeklik ışığında İdlib’de sahadaki durum değişti. Peki ne yapmalı?