Bundan önceki yazılarımda 15 Temmuz sonrasında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) merkezine oturduğu bir fay hattına doğru toplum olarak hızla sürüklendiğimizi vurgulamıştım. Neydi bu fay hattı? 15 Temmuz sonrasındaki süreçte “Darbeyi ordu önledi” tezi ile meselelere bakan kendini ‘Mustafa Kemal’in son askeri’ hissedenlerle, “Darbeyi millet önledi” tezi ile meselelere bakan ‘Okçular tepesinin’ terk edilmemesi gerektiğini düşünenler arasında büyüyen makas. Ne yazık ki hem medyamızda, hem de akademide bu iki tezin ideolojik savunucuları mevzilerini hemen tahkim etti ve karşılıklı ateşe başladı. Benim amacımsa arada kalıp vurulmak pahasına her iki mevziinin arasına girip “Durun ateş etmeyin!” demek. Çünkü hız ve kapsamı açısından 15 Temmuz sonrasında TSK’nın yeniden yapılanması ve sivil-asker ilişkilerinde devrimsel bir sivilleşme yaşıyoruz. Şayet toplumun tamamı aslında bir PARADİGMA DEĞİŞİMİ olan bu hızlı sivilleşmeyi hazmedemezse önce TSK sonra da toplum bölünebilir ve de uzun vadede Allah muhafaza 15 Temmuz kalkışması başarıya ulaşmış olur.
Meselenin özü nedir?
15 Temmuz sonrasındaki hızlı ve kapsamlı askeri reformlar aslında sivil toplumda ve meclis çatısı altında çok da tartışılamamış bir paradigma değişikliği demiştim. Bu paradigma değişikliği aslında tüm dünyada sivil asker ilişkileri literatürünün özündeki varoluşsal bir tartışmayla yüzleşmemiz gerçeğini dayatıyor.
Soru basit: Acaba askerler Mars’tan, siviller Venüs’ten midir? Yani ‘asker’ dediğimiz eli silahlı insan ile ‘sivil’ dediğimiz silahsız insan arasında varoluşsal (ontolojik) yani fıtri bir farklılık var mıdır? Peki sizce bu fark olmalı mıdır? Sizce güvenlik sektörünün çalışanı bir subayı sağlık sektöründeki bir doktordan, eğitim sektöründeki bir öğretmenden, finans sektöründeki bir bankacıdan veya bir işçiden, küçük esnaftan ayıran bir şey var mıdır? Varsa nedir o şey? Silahı? Geçmişi? Toplumca ona yüklediğimiz sembolik değerler? Veya ona verdiğimiz maaş karşılığı bizim için canını verebilecek olmasından kaynaklanan özel statüsü? Hangisi?
Şimdi ACİLEN toplumumuzun (ve de dolayısı ile siyaset kurumunun) yukarıdaki sorulara cevap vermesi gerekiyor. 15 Temmuz sonrasında Türkiye’de sivil-asker ilişkilerindeki eski paradigma yırtıldı. Bir kısmımız “Eski paradigmayı hemen dikelim, tamir edelim ve kullanalım” diyor. Bir kısmımız ise “Eski paradigma mülga, artık yeninin zamanı” diyor. Olan da garibim ve aslında şu anda hepimizin desteğine muhtaç TSK’ya oluyor. Önce yırtılan eski paradigmayı açıklayayım.
Eski paradigma
Türkiye’deki eski paradigmayı açıklamak için 1950’lere ve ‘medeniyetler çatışması’ teziyle tanıyıp çok kızdığımız Amerikalı siyaset bilimci Samuel Huntington’a gitmek gerekiyor. Türkiye’nin eski paradigması Huntington’cu ekoldür. Ne der Huntington? Önce Huntington’un şu çok güçlü üç ön kabulü ile başlamak lazım.
1. Askerler Mars’tan, siviller Venüs’ten: Yani Huntington’a göre her ne kadar askerle sivil bedenen insan olsa da zihinsel ve duygusal dünyada varoluşsal (ontolojik, fıtri) açıdan ayrı gezegenlerde yaşayan iki farklı türdür.
2. Askerler ve siviller iki farklı ‘tür’ oldukları için askeri dünya ile sivil dünya hiç bir zaman birbirine benzemez. O halde ordu ile toplumu iç içe sokmaya çalışmak hem askerin askerliğini (özel statüsünü, toplu iş tutma becerilerini, askeri kültürünü) bozar hem de toplumu gereksiz şekilde militerleştirir.
3. Askeri dünya ile sivil dünya arasında varoluşsal bir farklılık var olduğuna göre temel strateji belli kurumsal mekanizmalar kurarak (institutionalism) bu farklılığı yönetmeye çalışmak olmalıdır.
Huntingtoncu paradigma aynı zamanda askerin profesyonelliğine güvenir. Bu nedenle orduya daha çok otonomi/hareket sahası verir ki ordu daha da askerleşebilsin. Ordu askerleştikçe (yani profesyonelleştikçe) darbeden uzaklaşır, demokratik ve sivil idareye saygı duyar, itaat eder. Ordu profesyonelleşip toplumun günlük kaygılarından uzaklaştıkça kendine güveni artar ve kendi içinde objektif kontrol (iç denetim) sağlar. Huntington sivillerin askeri alana müdahalesinden hoşlanmaz.
Türkiye’nin özel şartları, TSK’nın cumhuriyeti kuran ve inşa eden temel aktör olması, geçmişi, zorunlu askerlik, askeri eğitim sistemi ve daha pek çok nedenle Türkiye’nin geleneksel sivil asker ilişkileri modeli Huntington’un “Orduya otonomi (özel alan) ver de bu farklı tür rahat rahat askerleşebilsin” mantığı ile gelişmiştir. Tam da bu yüzden onlarca yıl kışlalar sivile kapalı şekilde, sivilin içeride ne yapıldığını bilmeden ama askerine de güvendiği bir dönemden geçtik. Ama 15 Temmuz gecesi bu eski paradigma ne yazık ki yırtıldı.
15 Temmuz sonrasındaki yeni paradigma
Görebildiğim kadarıyla 15 Temmuz sonrasında sivil seçilmişlerimizin geçmeye çalıştığı paradigma yine bir Amerikalı askeri sosyolog olan Morris Janowitz’in ekolü. Huntington ve Janowitz’in ABD’de akademik alanda yaptığı savaşı biz şimdi ‘SÖZ’ün şehveti ile gazete köşelerinde ve ekranlarda yapıyoruz. Umarım her iki mevziden yapılan şehvetli söz atışları, SOKAĞIN şehvetine ve kavgasına dönüşmez. Neyse. ABD’nin Sovyetlerle kapıştığı 1960’lı yılların adamı olan Janowitz’e göre Huntington’un ekolü hem orduyu toplumdan uzaklaştırmakta hem de Amerikan toplumunun Sovyetlere karşı ‘savaşçı’ yanını törpülemektedir. Janowitz’in temel varsayımları:
1. Siviller Venüslüyse onun içinden çıkan askerler de doğal olarak Venüslüdür ve de hep Venüslü kalmalıdır. Askere sen ayrı bir ‘türsün’ demek onun içinden geldiği türe ihanettir.
2. Ordunun profesyonelleşmesi, objektif kontrol (iç denetim) için kendi ürettiği norm ve değerler sistemine ne kadar çapalandığı ile değil topluma ne kadar çapalandığı ile ölçülür. Bu nedenle toplum askere güvenmek yerine onun üzerinde doğrudan sivil seçilmişin müdahalesi ile bir sıkı bir sübjektif kontrol (dış denetim) geliştirmelidir.
3. Askerle sivil arasındaki farkı yönetmeye çalışmak anlamsızdır. Bu nedenle o farkı YOK ETMEK, yani bir ordu-toplum benzeşmesi amaçlamak gerekir.
Kritik sorular
Şimdi size yukarıda açıkladığım yırtık eski paradigma ve 15 Temmuz sonrasında hem Sayın Cumhurbaşkanı’nın, hem de hükümetin halk tarafından seçilmesi yönüyle ‘duble seçilmiş sivil siyasi iradenin’ getirmeye çalıştığı yeni Janowitz’ci paradigma ışığında bir kaç soru:
- Sizce Türkiye’de 15 Temmuz öncesine kadar kör topal da olsa uygulayageldiğimiz ‘Askerler Mars’tan, siviller Venüs’ten’ yaklaşımı devam mı etmeli? Veya sizce Türkiye’de askerle sivil arasında varoluşsal yani fıtri bir fark olmalı mı?
Öncelikle bu temel soruya karar vermemiz gerekir ki bunun üzerine bir model inşa edebilelim.
- 15 Temmuzu yaşadık ve çok korktuk. Tamam haklısınız. Ama bir diğer kritik soru şu: Acaba Türkiye’de yeni kuracağımız modelle orduya kendi profesyonel değerlerini oluşturabilecek özel/otonom alan sağlayarak daha da askerleştirmeli miyiz yoksa orduyu topluma çapalayarak onu toplumun çoğunluğunun değerler sistemi ile mi donatıp daha da sivilleştirmeli miyiz?
-Sizce 15 Temmuz sonrasında yırtılan eski paradigmayı tekrar dikerek askerle sivil arasındaki farkı YÖNETMEYE mi çalışmalıyız (ki Türkiye’nin darbeler tarihi bunu pek de beceremediğimizi gösteriyor) yoksa bu farkı YOK ETMEYE mi çalışmalıyız?
Yukarıdaki sorular şu an anlamsız çünkü duble seçilmiş sivil siyasi irade biz sivil toplum adına çoktan karar verdi. 31 Temmuz gecesindeki meşhur KHK 669 ile yırtılan eski paradigmayı tekrar dikmek yerine Janowitzci yeni paradigmaya hızlıca geçti. Şimdi askerle sivil arasındaki farklı olan şeyleri (askeri eğitim sistemi, askeri sağlık sistemi, askeri yargı, askeri karar alma mekanizmaları vb.) yok etmeye çalışıyor.
Seçilmiş sivil siyasi iradeye saygı duymak lazım. Neticede bu kararın siyasi sorumluluğu onlara ait. Bakalım Türkiye’de güvenlik sektörünün en başat aktörü olan TSK, bir kaç yıl sonra THY gibi bir küresel bir başarı hikayesi olarak mı karşımıza çıkacak yoksa 2015 yılı itibarı ile devletin en çok zarar eden kurumu olan BOTAŞ gibi bir şeye mi dönüşecek? Yalnız bir sıkıntı; biz BOTAŞ’taki zararı kolayca TL cinsinden ifade edip özelleştirme programındaki devlet kuruluşlarının toplam borç stokuna ilave edebiliyoruz. Tahmin edebileceğiniz gibi yanlış yönetilirse TSK’nın zararını diğer kamu kurumları gibi sadece TL cinsinden ifade edip toplam borç stokuna ilave edivermek biraz zor.
15 Temmuz sonrası sivil-asker ilişkileri kriterleri
Artık eski paradigma muhal olduğuna göre yeniye dair söz söylemek lazım. Şimdi sizlere seçilmiş siyasilerin dönüşüm çabalarına bakarak performanslarını değerlendirebileceğiniz altı kriter sıralamak isterim. Bana göre yeni dönemde bu altı kriter DENGELİ ve de SAĞLIKLI (ne çok obez ne de çok sıska) bir sivil-asker ilişkileri modeli geliştirmek için hayati önemde.
1. Sivil ve demokratik kontrol:
Bu prensibin aslı ‘demokratik ve sivil kontrol’dür. Ancak 15 Temmuz sonrası önce devrimsel sivilleşme yaşandığı için ‘sivil’i öne aldım. Neden devrimsel sivilleşme? Çünkü seçilmiş sivil çok hızlı ve kapsamlı bir şekilde sert-subjektif kontrolü tesis için gücü askerin elinden aldı, yani Türk sivil-asker ilişkileri sivilleşti. Bana ‘Dünyada sert-subjektif kontrolün en güçlü uygulandığı sivil-asker ilişkileri nerede?’ diye sorarsanız size ‘Çin’ derim. Çin ordusunun sivil denetimi çok yüksektir. Hatırlayın geçen sene tam da bu zamanlar Çin'de eski Merkezi Askeri Komisyon Başkan Yardımcısı General Guo Boşiong ve 70’e yakın üst düzey general yolsuzluğa karıştıkları gerekçesi ile hem ordudan hem de Çin Komünist Partisi’nden ihraç edilmişti. Belki de generallerimizi hem ordu mensubu, hem de AK Parti üyesi yapmak, bir general hata yapınca da her ikisinden birden ihraç etmek onları sadece ordudan ihraç etmekten daha etkili bir kontrol mekanizması olabilir. Ne dersiniz? Ama acaba Çin’in sivil-asker ilişkileri ne kadar demokratik? Yani ‘sivil’i oluşturan diğer aktörler olan muhalefet, medya, akademi ve en önemlisi sivil toplum ordu ile ilgili karar alma süreçlerine ne kadar katılıyor? Denetleme ve dengeleme görevini ne kadar yerine getirebiliyor? Askerin elindeki gücün ne zaman, nasıl ve hangi şartlarda kullanılacağına yönelik seçilmiş sivillerin kararları demokratik süreçlerle ne kadar tartışılıyor? Unutmamak lazım ki sivil-asker ilişkilerinde sivilleşme (gücün askerden seçilmiş sivile transferi) otomatik bir şekilde demokratikleşmeye (gücün toplumu oluşturan tüm aktörlere dağılımı) evrilmiyor. Sivil-asker ilişkilerinde bir gecede sivilleşme gerçekleşebilir ama demokratikleşme tırnaklarımızla birbirimizin başının etini yiye yiye inşa edilmeli. İktidarımız, muhalefetimiz, medyamız, akademimiz ve sivil toplumumuz ile inşa edebilecek miyiz, göreceğiz.
2. Etkinlik
Ben etkinliği sivil karar alıcılar tarafından üretilen ve sivil toplumun onayı alınan güvenlik politikalarının ordu tarafından ne düzeyde gerçekleştirilebildiği, yani ordunun verilen siyasi direktifi yapma gücü olarak tanımlıyorum. Siyasi iradenin verdiği görevi en yüksek sonucu alacak şekilde yerine getirmek olarak da tanımlayabileceğimiz etkinliği diğer sektörlerde objektif ve bilimsel ölçmek kolay. Örneğin hızlı tren hatlarının ülke çapında büyümesi için bir siyasi irade mevcutsa Demir Yolları Genel Müdürlüğü’nün etkinliğini kilometre cinsinden o yıl hizmete açılan hat mesafesinden ölçüp önceki yıllarla kıyaslayabiliriz. Veya bir üniversitede yapılan harcama ile mezun olan öğrenci sayısı üzerinden bir nicel etkinlik kriteri belirleyebiliriz. Ama acaba barış zamanlarında TSK’nın etkinliğini (siyasi iradenin verdiği görevi en yüksek sonuçla yapma gücünü) nasıl arttırabilir ve nasıl ölçebiliriz? TSK’ya daha çok gemi, uçak aldıkça onun etkinliğini daha da arttırmış mı oluyoruz? Örneğin TSK’nın bir PKK ile mücadeledeki veya sınır güvenliğindeki etkinliğini hangi kriterler ışığında ve nasıl ölçebiliriz? Kısaca TSK’nın etkinliği kriteri yani verilen görevi yapabilme gücü sivil-asker ilişkilerinde orduya verdiğimiz kadar ondan isteyebileceğimiz gerçeğini bize dayatıyor. Bakalım yeni paradigmada TSK’nın eski paradigmada geliştirdiği yetenek paketlerinde bir düşüş veya yükselme yaşanacak mı? Yakından takip edeceğiz.
3. Verimlilik
Verimliliği en az kaynak (personel, silah/teçhizat, para, zaman) ile azami çıktı almak olarak tanımlayabiliriz. O zaman eski paradigma ile yeni paradigmayı verimlilik kriteri açısından da bir teste tabi tutmak gerekir.
4. Toplumsal meşruiyet
Bu prensip ordunun güç kullanımının hizmet ettiği toplumun değerleri ve fikirleriyle ne derece örtüştüğünü temsil eder. Şayet ordu toplumun bir küçük örneklemi olacaksa coğrafi, etnik, dini, mezhepsel, sınıfsal, siyasal açısından da küçük bir örneklemi olmalıdır. Örneğin her yıl ABD’nin prestijli harp okulları olan West Point (Kara Harp Okulu), Annapolis (Deniz Harp Okulu) ve Hava Harp Okuluna öğrenci seçimlerinde ABD’nin eyaletleri temsil eden senatörlerine ikişer öğrenci kontenjanı verilir. Her yıl senatörler kendi eyaletlerindeki seçim bölgelerinden seçtikleri Harbiyeli adaylarını bu okullara gönderir ve coğrafi anlamda toplumsal meşruiyet sağlanır.
5. Hukuki meşruiyet
Bu prensip ordunun ulusal ve uluslararası hukuk mevzuatına ve normlarına sabitlenmiş “meşru” bir güç olarak kullanılmasını temsil eder.
6.Küresel güvenlik ortamında caydırıcılık
Bu prensip ordunun başta modern dünya orduları olmak üzere küresel güvenlik ortamındaki tüm aktörler tarafından itibarlı (saygı duyulan) ve caydırıcı (korkulan) bir güç olmasını temsil eder.
Şimdi yeni paradigmada TSK’nın tam sivil ve demokratik kontrole tabi, etkin, verimli, toplumsal meşruiyeti ve hukuki meşruiyeti olan ve küresel güvenlik ortamında da itibarlı ve caydırıcı bir ASKERİ GÜÇ olmasını arzu ediyoruz. Bu altı kriterden birine aşırı ağırlık verip diğerlerini ihmal etmek dengeli ve sağlıklı bir sivil-asker ilişkileri modeli geliştirmemizi engeller. Kısaca ne daha çok sivilleşme için TSK’nın etkinliğinden vazgeçilebilir ne de daha çok demokratikleşme için ordunun toplumsal meşruiyeti sorgulanır hale getirilebilir. Daha çok verimlilik için hukuki meşruiyet dışına çıkılmaz, hukuki meşruiyete aşırı yüklenerek de uluslararası ortamda ‘pısırık’ bir ordu olmaz.
“Yazılarında hep soru soruyorsun, hiç cevap vermiyorsun” diyenlere son bir soru sorarak bu yazıyı bitirmek isterim: Sizce 15 Temmuz sonrası dönemde dengeli ve sağlıklı bir Türkiye sivil-asker ilişkileri için sivil ve demokratik kontrol, etkinlik, verimlilik, toplumsal meşruiyet, hukuki meşruiyet ve küresel güvenlik ortamında caydırıcılık kriterleri ışığında ALTIN ORAN nedir?
Bu 6 kriteri hangi oranlarda tencerenin içine atıp sivil-asker ilişkilerini pişirelim? Unutmayın altın oranı tutturmazsak evimizin içini herkese lezzetli gelecek bir yemek kokusu kaplamaz. Derdimiz pişen yemeğin kokusu herkesin, toplumdaki bütün bireylerin iştahını açsın.