16 Şubat 2025
Ya tanrının aklına patatesi yaratmak gelmeseydi, damağımızın gelişimi nasıl olurdu kim bilir?
Geçen hafta sonu Kartal Pazarı’nda, kışlık patatesleri Mısır Piramitleri gibi üst üste dizili görünce, aklıma bu yazıyı yazmak düştü!
Aslında, patatesin o kadar çok özelliği var ki, “Dünyanın en sevgili kök yumrusu” unvanını yakıştırmak pek de yanlış olmaz.!
Başta, her yaşta çocuklar olmak üzere, bütün dünyanın sevdiği nimet o. Hem de ne bitmez tükenmez bir sevgi.
Hele, kızartırken etrafa yaydığı bir koku var ki, hiçbir parfüm, bu kadar tahrik edici olamaz!
Lezzet, koku, sevgi bir yana, öyle bir özelliğe sahip ki, insan dışında hiçbir canlı bu mertebeye henüz ulaşamadı.
Nedir bu özelliği diye soracak olursanız: NASA’nın 1995 yılında yaptığı bir deneme sonunda, patates, mikro yerçekimi ortamında yetiştirilen ilk sebze oldu. Yani insanlık günün birinde uzayda yaşamak zorunda kalırsa, onları yine patates doyuracak!
Bu kutsal yuvarlak, ayrıca dünya üstünde en çok çeşidi bulunan bitki. Sadece anayurdu Peru’da, 3 bin çeşit patates sayılmış. Diğer anayurdu Bolivya’da ise bu sayı binmiş.
Yani bu iki ülkede, yolda yürürken, taştan daha çok patatese basıyorsunuz!..
Özetlersek, “Patatesi sevmeyen ölsün” dedirtecek kadar büyük bir aşk var canlı varlıklarla patates arasında!
Ferdi Baba yaşasaydı, mutlaka göğüslere jilet attıracak bir “patates” güzellemesi yazardı!
Derler ki, patatesin mutfağa girmesinin üstünden tam 8 bin yıl geçmiş.
Çocukluğunuzda şişman birisiyle alay ederken, “şişko patates” diye bağırdığınız oldu mu? Ya da kof bir adamı anlatırken, “patates çuvalı gibi” tanımlamasını kullandınız mı hiç? Aşağıladığımız, suçladığımız patatesin aslında, dünya tarihini değiştiren bir sebze olduğu hiç aklınıza geldi mi?
Bu söylem benim değil. Ünlü tarihçi William H. McNeil, 1999’da yazdığı, ‘Patates Dünya Tarihini Nasıl Değiştird’ başlıklı makalesinde bunu öne sürdü.
McNeil, Amerika kıtasından gelen patatesin, 1770’li yıllarda kıtlık ve açlık çeken Kuzey Avrupa’yı yok olmaktan kurtardığını, zenginleştirdiğini ve bugünkü devletlerin kurulmasına ön ayak olduğunu iddia etti.
Bunu şöyle de söyleyebiliriz: “Patates Amerika kıtasından gelmeseydi, Avrupa bugünkü gibi olmayacaktı.”
Tahıla nazaran dört kat daha fazla karbonhidrat içerdiği için Avrupa’da hızlı nüfus artışına, kıtanın sanayileşmesine ve bugünkü uygarlığın oluşmasına katkıda bulundu.
Patates bu kadar masum mu?
Değil elbette. Bu bitki bir kıtayı kurtardığı gibi, bir ülkeyi de perişan etti. Yani doyurduğu gibi açlıktan öldürdü de!
Aslında bu katliam patatesin suçu değil, suçlu, ‘Phytophthora infestans’ adlı bir mantar.
Katliamın öyküsü şöyle: ‘İrlanda Açlığı’ adını alan, İrlanda patatesinin zehirlenmesi sonucu meydana gelen büyük felaket 1845-1851 arasında gerçekleşti. 1841’de İrlanda’nın nüfusu sekiz milyon civarındaydı. En aşağı yarısının temel gıdası patatesti. Bunun böyle olmasının nedeni, İrlanda’nın o sıralarda İngiltere’nin bir parçası olmasına rağmen tam bir sömürge gibi yönetilmesiydi. 1845’te Amerika’dan gelen zehirli bir mikroskobik mantar, patates ürünün üçte birini mahvetti. Kıtlık 1847’de zirveye ulaştı, çünkü aç kalan halk tohumlukları da yemişti.
Kıtlık öylesine acımasızdı ki 1847’de, İrlanda nüfusunun yüzde 18.5’i yok oldu. Modern tarihçiler, İrlanda’da bu kıtlıkta 2.5 milyon insanın öldüğünü söylüyor.
İrlanda’da patates, her şeye rağmen bugün de saygı duyulan bir sebze. Kırsal kesimde birbirine kadeh kaldıran üreticiler hâlâ şöyle dilekte bulunurlar: “Sana sağlık ve uzun bir yaşam, kira vermediğin bir patates tarlası ve her yıl bir çocuk dilerim.”
Patatesin Avrupa’ya yayılışı, Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) sırasında gerçekleşti. Almanya’ya giden İspanyol askerleri, yanlarında at yemi olarak patates götürmüşlerdi. O sıralarda yoksulluktan sürünen Alman köylüler, İspanyollar’dan kâh aşırarak kâh dilenerek ilk kez patatesi tatma fırsatı buldular.
Ama, nasıl yiyeceklerini bilmedikleri için, soymadan çiğ çiğ mideye indirdiler. Bu da şiddetli hazım rahatsızlıklarına neden oldu. Bunun üzerine, patatesin hastalık kaynağı olduğuna hükmedildi. Hatta, veba, kolera, humma, cüzzam gibi ölümcül bulaşıcı hastalıklara da yol açtığı söylentileri yayıldı.
Almanlar ‘kartoffel’ diye adlandırdıkları ve hastalık kaynağı olarak fişledikleri patatesi, yemeyip sadece hayvan yemi olarak kullandılar. Ama, savaş esirlerine vermekte de sakınca görmediler.
Almanlar’ın bu gaddarca tutumu olmasaydı, belki de patates hep hayvan yemi olarak kalacaktı.
Tanrıya şükürler olsun ki, patates insanlara kaldı.
Yedi Yıl Savaşları sırasında, Almanlar’a esir düşen Antoine-Augustin Parmentier adlı bir Fransız eczacı, esir kampında sırf patates yiyerek hayatta kalmayı başardı. 1763’te esaretten kurtulup ülkesine dönünce, ömrünün geri kalan kısmını, hayatını kurtaran patatesi tanıtmaya ve aklamaya adadı.
1920’de Amerika’da icat edilen patates soyma makinesinden sonra fast-food kraliçesi olan bu sebze, beslenme uzmanları tarafından suçlu yiyecekler listesinin en başına kondu. Oysa bu uzmanlar patatesin geçmişini bilselerdi, kendilerine mutlaka şu soruyu sorarlardı: O olmasaydı Avrupa bugün nasıl olurdu?
Akdeniz havzasının bu yeni sebzeyi benimsemesi 19. yüzyılın ortalarına kadar sürdü. Patatesin Türkiye’ye girişi, 1850’lerin başında Rusya ve Kafkasya’dan Doğu Karadeniz’e, 1853’ten sonra da Avrupa üzerinden Sakarya vadisine olmuştur.
Gelelim patatesin faydalarına:
Kralın promosyonu
Kıtlık had safhaya varıp da halk açlıktan kırılmaya başlayınca, Fransa Kıralı 16. Louis ve Kraliçe Marie Antoinette de patates tüketimini özendirme kampanyasına katıldı. Kral, 50 hektarlık bir askerî araziye patates ektirdi; çok değerli bir bitki yetiştiriliyormuş gibi, tarlanın etrafına nöbetçiler diktirdi. Bu da halkın ilgisini çekti. Zaten amaç da buydu.
Vitamin deposu
Patatesin besleyiciliği hakkında spekülasyonlar çok. Oysa patates hiç yağ içermez. Orta boy haşlanmış ya da fırında pişirilmiş bir patates sadece 100 kalori verir. Buna karşılık patates lifli bir besindir. Bir C vitamini ve B6 vitamini deposudur. Demir de içerir. Her gün 200-300 gram büyüklüğünde bir patates yenmesi halinde, vücudun günlük C vitamini ihtiyacı rahatlıkla karşılanabilir. Son yapılan çalışmalarda patatesin bir nitrik asit ve çinko deposu olduğu da kanıtlandı. Patatesin kadınlarda göğüs kanseri riskini azalttığına da inanılıyor.
Hızır gibi yetişir
*Bağışıklık sistemini güçlendirir. Kanı alkali hale getirir.
* Haşlanmış ve lapa haline getirilmiş patatesin zeytinyağı ile yoğrulması ile elde edilen hamur yanık, kan çıbanı, hemeroid gibi hastalıklara iyi gelir.
* Ayna ve camlar patates ile ovulursa peril pırıl olur.
* Kaynatılmış patates suyuyla silinen halıların rengi tazelenir, parlar.
Mutfakta patates
200’den fazla patates çeşidi var. Kiminin nişastası bol, kiminin kabuğu sert, kiminin dokusu yumuşak, kiminin suyu daha fazla ama hepsi lezzetli. Patatesten ne yapılmaz ki! Kızartması, haşlaması, püresi, omleti, kumpiri, etli yemeği, cipsi, köftesi, alkolünden yapılan içkileri… Mutlaka unuttuklarım vardır.
Patatese biraz saygı lütfen!
Bugün pazar. Kahvaltıya patatesli omlet yakışır!
Mehmet Yaşin kimdir?Mehmet Yaşin 1950 yılında Ankara'da doğdu. Üniversitede sosyoloji öğrenimi gördükten sonra 1970'li yılların başında gazeteciliğe başladı. Çeşitli gazetelerde muhabir, editör, yazı işleri müdürü ve yayın yönetmeni olarak çalıştı. Gezi ve keşif dergisi Atlas'ı çıkardı. Daha sonra Hürriyet Dergi Grubu Genel Müdürlüğü görevini üstlendi. Televizyon kanalları için belgeseller hazırladı. Daha sonra kurucusu olduğu Doğan Kitap'ı beş yıl boyunca Genel Müdür olarak yönetti. Hürriyet gazetesinde gezi yazıları, çok sayıda dergide yeme-içme üzerine yazılar kaleme aldı, CNNTürk'te hazırlayıp sunduğu 'Lezzet Durakları' programı büyük beğeni topladı. Yemek ve mutfak üzerine yazılar yazmayı, Atlas dergisi için çıktığı gezilerde gittiği yerlerin yemeklerini de keşfetmeye başlamasına bağlayan Yaşin, "Keşfetmek duygusundan hareketle mutfakları araştırmaya başladım. Yemeğin o yörenin, ülkenin kültürünü anlamak için en iyi araç olduğunu fark ettiğimden beri, mutfaklardan çıkmaz oldum. Yemek için kullanılan malzemeler, pişirme teknikleri, yemeklerin öyküleri derken mutfak vazgeçemediğim ilgi alanı oldu" diyor ve ekliyor: "Gittiğim ülkeleri anlatırken, yemeğe değinmeyince yazımın yarım kaldığını gördüm. Bir de belki benim önerimle o coğrafyalara gidecek insanlara yardımcı olabilirim duygusu beni yemek yazmaya itti. Ben yemeğin nasıl yapılacağından çok nasıl yapıldığı ile ilgilendim. Yemeğin öyküsü daha çok ilgimi çekti. Yemeğin tarihi merakımı uyandırdı. Okudum, sordum, soruşturdum, biriktirdim. Tüm bu bilgileri kendime saklamanın haksızlık olacağını düşündüm. Benim gibi yemeğin peşinde koşturanlarla paylaşma duygusu ağır basınca yemek yazılarına başladım." Yayımlanmış kitapları 'Lezzet Durakları', 'Yemek Sırları', 'İstanbul Lezzetleri', 'Uzakname', 'Yakınname' (Doğan Kitap) ve 'Yumurta Nasıl Kırılır?' (Remzi Kitabevi) adlı kitapları yayımlandı. |
Eski defterleri karıştırınca aklıma yediğim çeşitli yiyecekler geldi, neler yemişim neler! Umarım midenizi bulandırmam...
Geleceğin yeme politikası, şimdi biz Türklere Mars kadar uzakta. Ama bu pahalılık sürerse, aç ölmek yerine, alternatif beslenmeye kapıları açacağız sanırım
Hemingway'i uzun yıllar delice takip ettim. Kendi yolumu bulduktan sonra da ardından koşturmayı sürdürdüm. Bu 40 yıl sürdü. Artık yoruldum. Çünkü onun yemede, içmede, gezmede, sevmede hiçbir ölçüsü yoktu. Sonunda anladım ki, onun gibi olmak imkansızmış
© Tüm hakları saklıdır.