Pazar gününün psikolojik rahatlığı karşısında suya bırakır gibi bırakıyorum kendimi koltuğun üzerine. Tavandaki örümcek ağlarında dinlenen örümcekleri bir yandan seyrederken bir yandan kafamda konular zıplayıp duruyor. Konulara dalmak derinlere dalmak demek aynı zamanda. Çözümü bulamadıktan sonra sorunlar depresyonun kapısını açan anahtarlar olarak parlayıp duruyorlar zihnimin köşesinde asılı bir şekilde. Reklamcılığın mottolarından biri geliyor aklıma; “Söyleyecek bir şeyin yoksa şarkı söyle!”. Eğer ürün/hizmet hakkında ayırd edici bir faktör yoksa elinizde yaratıcı çalışma için “yoktan var edip” ya ünlü birisini kullanırsınız ya da müzikal havasında çekersiniz reklamı. Kim bilir belki bundan dolayı siyasetçiler bu kadar çok şarkıya boğuyorlar bizi mitinglerde, seçim dönemlerinde.
“Her neyse” diyip siyasetçilerin aksine çok uzatmadan kendi gündemimi işgal etmiyorum. Siyasal gündemden dans adımlarıyla popüler gündeme geçiyorum. Kendimi huzurlu hissettiğim alanlardan birisi yabancı müzik dinlemek. Müzik sizi evrensel kollarıyla sararken sözler genelde aklınızı farklı diyarlara sürüklemez yabancı müzik dinliyorsanız. Şarkı çok ilginizi çekerse ancak o zaman kafa yorarsınız sözlerine. Genelde sıcakta serinleten rüzgar gibidir müzik dinlemek. Sessizlik rahatsız ediyorsa ve düşünceler zihninizi aşındırıyorsa uzaklaşmanızı, rahatlamanızı sağlar.
Yazımızın başlığı olan “sessizlik de soloya dâhildir” sözünün sahibi Miles Davis. Bu hafta yaş günüydü büyük üstadın. Yaşasaydı 88 yaşını dolduracaktı. 1991 yılında 65 yaşında ayrıldı dünyadan. Yıllar önce müzik meraklısı bir arkadaşımın tavsiyesiyle otobiyografisini okumuştum. Nezih ortamlarda şık insanların bulunduğu ortamlarda yapılan müzik olarak bilirdim caz müziği. Miles Davis yaşamıyla ve duruşuyla bu bakışımı yıktı. Elinde trompetiyle salaş barlarda çalmış caz eserlerini ve ortaya inanılmaz eserler çıkartmış. Ekşi Sözlükte hakkında yapılan yorumlara bakıyorum;
“Yaşadığı dönemin çok ilerisinde bir müzik yaptı. Her performansı koyu ve sağlam bir metin gibidir. Bir an dikkatinizi başka bir yöne çevirirseniz, döndüğünüzde çok şey kaçırmış olursunuz. Bu yüzden herhangi bir albümünü baştan sona tek bir dinleyişi yeterli görmüyorum ve aynı albümü peş peşe dinleme ihtiyacı hissediyorum. Bunu yapabilen çok az müzisyen var dünyada.” (nazmiye demirel, 12.01.2003 12:39)
“Bugün mesleğinin eczacılık olduğunu öğrendiğim müzik dehası. Bir pazar günü öldüğünü öğrendiğimde irmik helvası yapıp bütün gece albümlerini dinlediğim, konseri sırasında tırnaklarımı parçalayıp kanatmama neden olmuş kişi. Her 25 Mayısı (doğum günüdür) kutlama nedeni. Hasta eden, iyileştiren, yine hasta eden, yine iyileştiren adam.” (psykhe, 19.03.2006 17:47)
“Ona göre müziği anlamak sadece ve sadece dinlemekten geçiyordu ve tam da bu yüzden bir müzisyenin hiçbir zaman görsel öğelerle işinin olmaması gerektiğini savundu. Sahne şovları, gülümseyen yüzler ve abartı jestler onun icralarında hiçbir zaman olmadı. Yaşamı boyunca müziğini ve müzisyenliğini kültür endüstrisinin şatafatlı dişlilerine kaptırmamaya çalıştı. Müziğini sırtını dönerek icra etmesinin sebebi de kendisinin müziğini “sahnelemekten” kaçarak sadece ve sadece “dinletmek” istemesidir, çünkü izlemek ona göre müziği indirgeyen bir yaklaşımdır. Seyirciyle iletişimini görsel olarak minimuma indirmek istemiş ve köşesine çekilip sadece ve sadece müziğini paylaşmış, sadece müziği ile var olmak istemiştir. Beat döneminden beri cazın ağırlıklı olarak siyahlar tarafından beyazların fink attığı Birdland gibi elit kulüplerde "sahnelendiğini" düşünüldüğünde bu tavır oldukça anlamlıdır. Siyah olup kendi müziğini kendi insanlarınla paylaşamamak ve bir de bütün bunlar yetmiyormuş gibi beyazların birbirlerine ne kadar elit olduklarını gösterdikleri bir ortamda beyaz papyon ve takımlarla sahne bebeği olmak... Bu koşulları yakından tanıyan bir müzisyen olarak Miles her ne kadar politikadan nefret ettiğini açıklasa da kendisinin müziğini eğlence dünyasının bir parçası yapmamak konusunda oldukça kararlı durması siyasi tarafları da olan anlamlı bir tavırdır.” (segovia, 28.08.2007 14:46 ~ 14:50)
Segovia’nın Miles hakkındaki entrysini okurken ister istemez kendimi sorguluyorum bir yandan. Yaşam içerisinde ne kadar “sahne bebeği olmadan” durabiliyorum. Yaşam sahnesi içerisinde hepimize biçilmek istenen rollerde oynamak zorunda kalan sendikasız oyuncular gibiyiz. Ekmek parası için eskilerin deyimiyle “san’atımız”ı icra ediyorken bir yandan yönetmenlik sevdalısı vicdanımız ve aklımız arasında kalmamız da apayrı bir tükenmişlik nedeni.
Miles’ın 1965 tarihli “Kind of Blue” albümünü açıyorum Youtube üzerinden (Yazı yazıldığı sıralarda Anayasa Mahkemesi Kararı dolayısıyla Youtube’un yeniden açılacağı dillendirilmeye başlanmıştı. Tabii en güzeli vinil plak üzerinden muhteşem ses kalitesiyle dinlemektir.) “Kind of Blue” albümü sanatçının bir çok albümü içerisinde en bilinenlerinden. 1959 tarihli 6 şarkıdan oluşan bu albüm 2 Mart – 22 Nisan 1959 tarihleri arasında kaydedilmiş. Davis’in tamamlanmamış besteleri üzerine yapılan doğaçlamalarla kaydedilen şarkılar o kadar beğenilmiş ki albümün 50.yılında ABD Kongresi tarafından caz müziğe katkıları nedeniyle onurlandırılmış. Caz tarihinin en çok satan albümü ünvanına sahip olan kayıt Rolling Stones dergisi tarafından da en iyi 500 albüm sıralamasında 12.sırada yer almış.
Miles Davis’in yaşam tarzının bir özeti gibi şarkıların isimleri. Tüm şarkılar enstrümantal olduğu için sadece şarkı isimleri üzerinden fikir edinebilmek mümkün. “So What” (Ne Yani?) şarkısıyla agresif bir şekilde karşılıyor sizi Miles Davis ve arkadaşları. “Müzik dinlemek istiyorsan sesini çıkartma, kendini müziğe bırak” diyorlar bu tavırlarıyla. Albümün ikinci şarkısı Freddie Freeloader, Davis’in çaldığı mekanlara para vermeden girmeye çalışan beleşçi bir seyirciye ithafen yazılmış. Albüm bir yandan cazın beklenilen naif tavrına aksi bir durumda seyrederken bir yandan dinleyeni kendisine çekmeye devam ediyor. Üçüncü şarkı Blue in Green ile beraber artık seyirciye laf atmayı bırakan sanatçılar zihnin iç dünyasında yolculuğa çıkartırlar dinleyenleri. All Blue şarkısıyla beraber iyice derinlere dalınır ve albümün sonunda New York’tan dünyanın başka bir diyarına götürür müzik. İspanya’nın Flamenko müziğine ithafen yazılmış Flamenco Sketches (iki ayrı versiyonuyla albümde yer alıyor) şarkılarıyla yalnızca 6 şarkıdan oluşan albüm sona erer. Sanatçılar neşe içerisinde enstrümanlarını toparlar ve bir şeyler içmek için 1959 New York’unun sokaklarına dalarken bu satırların yazarı tavanı izlemeye devam etmektedir. Bir yandan müzik şöleni sonrası sessizliğin ağırlığını kaldırmaya çalışırken bir yandan kaçış noktası arar sessizliğin altında ezilmemek için. Yeniden yönelir Youtube’a ve Kings of Convenience (Rahatlık Kralları) grubunun “Quiet is the new loud” (Sessizlik yeni gürültü) şarkısını açar.
Şu sıralar unuttuğumuz bir huzur arayışına özlemle yazılmıştır bu yazı. Pazar günü huzurunda bir yaşam sürebilmemiz dileğiyle.
Not: İzmir’de yaşayan bir müzik severseniz Alsancak 1469 Sokak’ta bulunan Cinatı’nda haftanın her günü farklı türlerde müzik yapan grupları dinleyebilirsiniz. Caz severler için özellikle Pazartesi ve Salı günleri tavsiye edilir.
Görsel: Bob Willoughby Miles Davis 'Just Jazz' konseri sahne arkasında, Los Angeles, 1950