Her zaman en iyi kaçış yeriydi televizyon. Çünkü interaktif bir ortam değildi, cevap vermesi gerekmiyordu. Ekrana bakması yeterliydi. Sıkılırsa kanalı değiştirmesi için arada kumandaya uzanması gerekiyordu o kadar. İnterneti de televizyon mantığıyla kullanıyordu. Facebook, Twitter, Instagram hesaplarına sahipti, Ekşi Sözlük’ü takip ediyordu. Ama “olayı” sadece takipten ibaretti. Sıkılırsa değiştiriyordu.
Televizyonu ilk açtığında haber kanallarına bakardı. Haberleri post-modern bir dizi mantığıyla izliyordu. Hikâyeler, bilgiler gerçekti ancak izlerken olaylar bir o kadar yabancılaşıyordu. Kanıksıyordu. Her haberde birbirinden yaratıcı ve ilgisini çeken şeyler oluyordu. Hükümetler kuruluyordu örneğin, göçmenlerin dramı vardı, bir ülkenin iflas etme ihtimali vardı, savaş ihtimali vardı, barış ihtimali vardı, birkaç sınava giren milyonlarca çocuğun yaşamlarını üniversite seçerek kurtarabilecekleri yanılgısı vardı… Haber bülteni sonrasında çıkan spor haberlerinde Fenerbahçe’nin bir dünya yıldızını daha alma ihtimali vardı. Hava durumunda da ihtimaller denizinde yüzüyordu. Aşırı sıcak ihtimali vardı belki akşamüstü rüzgâr ihtimali vardı.
O kadar çok senaryo dönüyordu ki haber bültenlerinde diğer kanallarda izlediği diziler ve filmlerde aynı özgünlüğü bulamadığını fark ediyordu. Dizilerde filmlerde sıkılıyordu bu kadar özgün ve yaratıcı içeriğe sahip olmadıkları için. Hırsız, yalancı biliniyor olsa bile haberlerde pişkin pişkin çıkıp konuşabiliyordu örneğin. Kimse onu karakola çekmiyordu. Üzerine biber gazı atmıyordu. Çoğu zaman ekran başındakiler kendilerine bir bardak daha soğuk su koymakla yetiniyordu.
Dizilerin aksine final hatta sezon finali yapmadan devam ediyordu haberlerde aksiyon… Haber bültenlerinin hareketliliği onu da hareketlendiriyordu. Daha bir güçlü basıyordu kumandanın “volüm” düğmesine… Her kanalın haber bülteninde sanki farklı bir ülkeye gidiyordu. Ama aslında hepsi Türkiye’den bahsediyordu. Hangi Türkiye’de yaşadığını bilemiyordu… Umursamıyordu.
Cüneyt Özdemir’i gördü Kanal D Haber Bülteni’nde… Yine dramatik, sorgulayan, gülümseyen mimikler arasında gidip geliyordu haberin içeriğine göre… CNN Türk’e zapladı. Nevşin Mengü ülkenin liderinden farksız bir maskülen havayla sorguluyordu haberleri. Bir ara ekranda ona baktığını sandı. Şortuyla ve biraz önce üstüne yemek döktüğü tişörtüyle oturuyordu ekran karşısında. “Ya beni mi görüyor acaba?” diyerek toparlandı. Fakat Mengü bakış atmasının hemen ardından sıkkın bir ifadeyle “reklamlara geçiyoruz” deyince rahatladı. Ortaya çıkmamıştı, fark edilmemişti. Rahatça kanallar arasında dolaşıp içerisinde yaşadığı dünyayı bir ekranın arkasından izlemeye devam edebilirdi.
Haber bülteni izlemediği zamanlarda spor yayınlarına bakmayı seviyordu. Çünkü tıpkı haber bülteni gibi spor yayınları da canlıydı ve hareketliydi. Sporun haberden farkı bireylerin ve takımların kendi aralarındaki mücadeleden ibaret olmasıydı. Şike yapma, yalan söyleme ihtimalleri olsa bile çok umurunda değildi. Tıpkı haber bültenlerinde ne kadar dürüst olduklarını umursamadığı gibi…
Maçın ilk yarısı bitince yeniden oflayıp puflayıp kumandaya uzandı. Sanki izleyen değil oynayan kendisiymiş gibi yorgundu, ağrıyordu beli bacağı… CNN Türk’ü açtı yeniden. Özellikle Gezi sonrasında haberlere olan inancını bir hayli kaybetmişti ama kanallar zamanla yeniden güvenini kazanmışlardı veya sadece onlara mecbur olduğunu kabullenmişti. Arada Ekşi Sözlük’te, Twitter’da haberlerde söylenenin aksine şeyler duyuyor, izliyordu ama çok fazla dert etmiyordu kendine. “Dünyayı kurtaran adam” değildi nihayetinde. Televizyon ekranının karşısında zihnini havalandırmaktı derdi. Kapatıyordu düşünen sorgulayan makineyi.
Haber saati bitmişti. Yorum programlarına geçilmişti bütün haber kanallarında. Konular ülke gündemi, siyasi gündem ve ratingten oluşan şeytan üçgeni içerisinde tanjant cotanjant hesapları yapılarak belirlenmişti.
Ahmet Hakan bir yandan konukları konuşturuyor bir yandan önündeki bilgisayar ekranını izliyordu. Twitter’da “menşınlanan” ilginç bir şey olursa konuklara bu bilgileri yöneltip tartışmanın nispeten interaktif bir biçimde ilerlemesini sağlıyordu besbelli. Konuklar arasında çatık kaşlılar, badem bıyıklılar, pos bıyıklılar, hilal bıyıklılar, bıyıksız gözlüklüler olmak üzere çeşitli kontenjanları dolduranlar vardı. Aralarında hafif tartışma olması durumunda anında sosyal medyada görüntüler ilginç başlıklarla yayınlanıyordu. Konuklar arasında Hasan Cemal ve Aydın Engin’i de gördü. Hasan Cemal yılların gazetecisi diye düşündü. Cumhuriyet günlerini hatırlamasa bile Milliyet günlerini hatırlıyordu. Kürtler kitabını duymuştu ancak okumamıştı. Aydın Engin’i ise İzmir Göztepeye olan sempatisinden dolayı seviyordu. Arada nükteli yazılarına bakıyordu ama genel olarak T24’ü sosyal medyada haber duvarına iletileri düştükçe takip ederdi. Sıkıldı. Kanalı değiştirdi.
Yeni bir dizi başlamıştı Star’da. İzmir, palmiyeler, deniz, kum… “Gidemesek de göremesek de…” diyerek izlemeye başladı. Belli ki bir komediydi. Cafe de çalışan fakir genç kız ve ona asılan zengin erkek arasında yaşanan bir hikâye. Yine… Aynı hikâye… İlk bölüm İzmir’de başlıyor sonrasında maliyeti düşürmek için İstanbul’da devam ediyordu besbelli. Sıkıldı. Kanalı değiştirdi.
Nevşin Mengü yine haberlerdeydi. Bir konuğuyla tartıştı. Kızgındı besbelli. Ekrana baktı. “Yine reklama geçecekler” diye düşündü.
“Sen ne düşünüyorsun bu konuda” dedi.
“Ben mi?” diye otomatik olarak cevap verdi.
“Evet sen! Ne düşünüyorsun?”.
Üzerinde yemek artığı olan tişörtü ve şortuyla şaşkınlıkla baka kaldı ekrana. Ne cevap vereceğini bilemiyordu. Kumandayı fark etti o anda. Uzanıp kapattı televizyonu.
* Görsel Jerzy Kosinski’nin aynı adlı romanından uyarlanan 1979 tarihli “Being There” filminden alınmıştır. Film Slovaj Zizek tarafından tüm zamanların en iyi filmlerinden biri olarak değerlendirilir. Kitap ve film yaşamı boyunca her şeyi televizyondan öğrenen Chance adlı karakterin ABD başkan adaylığına uzanan hikâyesini anlatan bir komedidir.
** Yazıyı kuru kuru okumak istemeyenler için bağlantıda yer alan şarkı tavsiye edilir. https://www.youtube.com/watch?v=qB_I1YBAozE&spfreload=10
*** Katkılarından dolayı Onur Akşit’e teşekkürler…